ZEYTİNLİK

“Toprak beni çağırıyor...”

1994 yılında Balkanlar kan gölüne dönmeye başladığında bir film gösterime girdi: “Before the Rain”.

Anastasia’nın muhteşem müzikleri eşliğinde, gerçekten etkileyici bir senaryo örneği olan film, Londra’da yaşayan Pulitzer ödüllü bir fotoğrafçının öyküsü üzerinden Yugoslavya’nın dağılma sürecini anlatır.

Bu film benim başucu filmim gibidir. Dönem dönem verdiğim Sinema Tarihi derslerinde bu filmi mutlaka öğrencilere de izletirim. Film üç epizot halinde, üç ayrı hikaye anlatıyor gibi işlenir. Birinci bölüm “Kelimeler”de Ortodoks bir rahip ile cinayet faili Arnavut bir kızın öyküsü yer alır. İkinci bölüm “Yüzler” başlığı altında bir kadının aşk ikilemini, üçüncü bölüm “Resimler” ise Makedonya’nın dönüşümünü anlatır.

 “Her çember yuvarlak değildir”... Filmin başında yer alan bu motto, filmin öyküsünün nasıl iç içe geçeceğinin bir habercisidir adeta. Yağmuru haber veren kara bulutları görerek başlayan film, koca yağmur damlalarının toprağa düşmesiyle biter. Öykü, büyük bir titizlikle birbiriyle bağlantılı küçük ipuçlarını bıraka bıraka tamamlanır.

Film bittiğinde bütün öykünün tek bir öykü olduğunu anlarız. Ama ‘öykünün başlangıcı neresiydi?’ sorusu gelip oturur karşınıza... Çember tamamlanmıştır ama başlangıcı neresidir?

Benim için filmin başlangıcı baş oyuncusu Alex’in ülkesinde savaşın başladığını duyduğunda sevgilisine “Toprak beni çağırıyor” deyip ölüme, ölümüne doğru yola çıkmasıdır.

Ben 50 yaşı devirdiğimde bu sözün asıl anlamını kavradım.

Sonrasında hep anladığım şekliyle tekrarladım bu sözü: “Toprak beni çağırıyor...”

*     *     *




Kozan’ı hiç bilmeyen birini Kale’ye çıkarsanız, oradan kuş bakışı bu kadim kenti izlese size ilk sorusu; “Şu ağaçlarla kaplı yeşil alan neresi?” olur.

O yeşil alan, Kozan’ın bütün geçmişini bağrında yatıran Kozan Mezarlığı’dır.

Bugün yaşı yarım asrı aşmış ben yaşlarda Kozanlılar için o mezarlık, içindeki zeytin ağaçlarının bolluğu nedeniyle “Zeytinlik” diye bilinir ve o mezarlığın içinde dolaşmak huzur veren bir şeydir.

Çünkü artık sokaklarında görebileceğimizden daha fazla sevdiğimizi, yakınımızı, dostumuzu misafir eder o mezarlık. O yüzden ben yaşlardakiler hep yakın hisseder kendini o mezarlığın sokaklarına.

Eminim ki bu yazıyı okuma fırsatı bulanların (Kozanlıları kastediyorum) büyük çoğunluğu en yakınlarını, en kıymetlilerini, en güzellerini, en yakışıklılarını, en erkenden gidenlerini ağırlayan “Zeytinlik” ile ilgili benimle benzer hisleri yaşayacaklardır.

*     *     *




Birçoğumuzun çocukluğunda mezarlıkların bir korku unsuru olduğu hikayeler yer alıyordur. Hatta birçok kültürde, romanda, filmde mezarlıklar korkunun ana mekanı olarak kullanılır. Mezarlık sisler içindedir. Orada huzursuz yatanlar ziyaretçilerini hep korkuturlar.

Oysa benim çocukluğumda mezarlık hiç de korkulacak bir yer değildi. Gerçekten hayatımızın bir şekilde hep içindeydi. Yanından geçerken korkudan değil, yakınlarımızı anmak için ellerimizi açtığımız, ıslık çalmayı bıraktığımız, arabada isek müzik sesini kapattığımız korunaklı bir alandı.

Bütün çocukluk ve genç yıllarımda her daim yan yana olduğumuz kuzenim Özden ile okul çıkışlarında tin tin bütün Kozan’ı dolaşırdık. Büyük tur dediğimiz, (ki haftada en az bir kez yapardık) dolaşmalarımızın bir durağı da mutlaka “Zeytinlik” olurdu.

En derin sohbetlerimiz o turlar sırasında yapılırdı. O yüzden, o mezarlık bizim gibi çocukların dertlerini, sevinçlerini, aşklarını, aşk kırgınlıklarını içeren sohbetlerine şahitlik etmiştir.

 

 

*     *     *

1940'lı yılların hemen başında Dedemin mezarlığın hemen yanındaki bağ evi. Askerdeki İbrahim amcama fotoğraf göndermek için bütün aile bağ evinin taş duvarına çekilen perde önünde toplanmış.
1940'lı yılların hemen başında Dedemin mezarlığın hemen yanındaki bağ evi. Askerdeki İbrahim amcama fotoğraf göndermek için bütün aile bağ evinin taş duvarına çekilen perde önünde toplanmış.




Babam bayram sabahları namazı Büyük Cami’de kılar, namazdan çıktıktan sonra da ilk işi Mezarlık’a uğramak olurdu.

Hepimiz bilirdik ki babam bayram sabahı önce babası annesini ziyaret ederdi. Oradan çıktığında da Mezarlık ile ev arasında yer alan kardeşi Tacide Hala’ma, ablaları ve abilerine uğrar, eve sonra gelirdi.

Babam o yemyeşil ağaçlar içinde yatan annesi ve babasını çok sever, kendisi yaşlı bir dede olduğunda bile onlardan “anneciğim”, “babacığım” diye söz ederdi.

 

*     *     *

Annemle babam bir gün Bağdan çıkıp, şehre Kozan’a gidiyorlarmış.. Babamın yanında yeni fotoğraf makinası varmış.. Tam mezarlığı geçtikleri zaman babam makinayı çıkarmış ve annemin bu yukarıdaki fotoğrafını çekmiş... Sonra da makinayı anneme uzatmış ve “sen de benim fotoğrafımı çek” demiş...  Annem biraz sıkıntı yaşasa da fotoğrafı çekmiş... Babamın fotoğrafı belki de bu yüzden biraz flu olmuş.. Ama babamın gözünden gördüğümüz annem, bütün güzelliği ile bakmış..

Annemle babam bir gün Bağdan çıkıp, şehre Kozan’a gidiyorlarmış.. Babamın yanında yeni fotoğraf makinası varmış.. Tam mezarlığı geçtikleri zaman babam makinayı çıkarmış ve annemin bu yukarıdaki fotoğrafını çekmiş... Sonra da makinayı anneme uzatmış ve “sen de benim fotoğrafımı çek” demiş... Annem biraz sıkıntı yaşasa da fotoğrafı çekmiş... Babamın fotoğrafı belki de bu yüzden biraz flu olmuş.. Ama babamın gözünden gördüğümüz annem, bütün güzelliği ile bakmış..



Ben çok uzun yıllar Kozan’dan uzakta yaşadım. Önce Ankara’da, ardından İstanbul’da. Özellikle Ankara’dan Kozan’a gelişlerimde hiç değişmeyen, hep özlenen ritüellerim vardı. Ankara otobüslerinin Kozan’a inişi günün ilk ışıklarını bulurdu. Ben önce eve gider, annemi görüp, çanta-bavulumu bırakırdım.

Niye ise bu gelişlerimde hep güneş olduğunu hatırlıyorum. O sabah güneşinin ısısını kaçırmak istemeyen annem, evin önündeki taşlara minder koymuş ve güneşleniyor olurdu. Ben de hep başımı annemin dizine koyar, ilk Kozan malumatlarını o pozisyonda alırdım.

Sonra babamın dükkanına uğrardım. Babam her zaman o dünyalar güzeli gülümsemesiyle karşılardı beni. (Bir insan bu kadar mı güzel güler? Benim babam öyle güzel gülerdi.) Babam ile hemen hemen aynı konuşmaları yıllarca yapmışızdır. Derslerimi, sıkıntıda olup olmadığımı mutlaka sorar sonra da biraz para çıkarıp “Özlemişsindir, hadi gidip ciğer ye..” derdi. Gerçekten özlemiş olurdum babamın o gülüşünü, o aynı şeyleri sormasını da, o güzel Kozan ciğerini de.. (Şimdi bile bunları düşünmek ve yazmak boğazımda bir düğüm, gözümde yaşlara neden oluyor.)

Sonra benim “babacığım”da gitti o yemyeşil ağaçların altına. Ardından Derya Abi’m...

O günden sonra Kozan’a indiğimde yine ilk önce anneme gidiyordum, önce O’nun dizinde biraz yatıp Kozan malumatlarını dinliyordum. Oradan da babamın yanına. Kozan Mezarlığı’na...

*     *     *




Herkesin mezarlık ziyareti başka başkadır eminim. Benimki bir yerden öğrenilmiş, bir yerlerden devralınmış bir şey değil. İçimden gelen, beni mutlu eden bir şey sanırım.

Mezarlığa genellikle kale tarafında ki ön kapısından girerim. Ve girer girmez “Selamün Aleyküm” diyerek burada yatanları selamlamak beni mutlu hissettirir.

O servi ağaçları arasından geçerek ailemin büyük bölümünün yattığı alana doğru yürürken, yol kenarında yatanların mezar taşlarını okurum. Bazen şaşırırım, duymamışımdır; “Ahh O da mı gitmiş..” diye sızlar içim. Ama o mezarlıkta hissettiğim asıl duygu kesinlikle huzurdur. O yolu yürürken de, birazdan babamın, abimin, geçmişimin baş ucuna gittiğimde de hissettiğim engin bir huzur olur.

Amcamın kızı Hülya Abla’nın yaptırdığı çeşmeyi her seferinde “Ne iyi etmiş” diye selamlayıp, çeşmenin arkasındaki komşumuz -kendimi bildim bileli kardeşim olan- Bekir’in erkenden giden annesi Meliha Abla’yı ziyaret ederim ilk. O’na mahallenin, annemin, Bekir’in selamını iletip geçmişime doğru yürürüm. (Bunlar çok büyük büyük laflar gibi geliyor olabilir size. “Selamlar iletip”, “geçmişine yürümek”... ama inanın aynen bu oluyor yaşadığım, hissettiğim.)

Önce dayımın ve çok erken yaşta ayrılan Osman Abi’nin kabrini ziyaret ederim. Sonra dedelerim ve ninemin yanına uğrarım. O hiç tanıma şansı bulamadığım köklerime dua ederim mezar taşlarını okşayarak. Onların hemen baş ucunda, ailemizin benim hatırladığım ilk büyük kaybı, erkenden aramızdan ayrılan dünyalar yakışıklısı Fırat Abi’nin mezarını, yanında yatan halalarımı amcalarımı ziyaret ederim. Sonra, onların da baş ucunda yatan babamın amca çocukları, Ayşe Hala’yı, Nimet Hala’yı...

Tacide Hala’ma geldiğimde artık gözyaşlarım akmaya başlar. Halamın ayak ucunda yatan babam ve abimin başucuna geldiğimde sohbet de başlar.

Babamla yıllardır yapamadığımız sohbeti burada, onun kabri başında yapabiliyorum. Gözyaşlarıyla karışık her şeyi anlatıyorum babama; O’nun hiç görmediği torununu, benim işlerimi, yaşadığım iyi şeyleri, yaşadığım kötü şeyleri... Hep babamın yüzünde o güzelim gülümsemesi ile usulca dinlediğini düşünüyorum. O gülümsüyor, ben ağlıyorum. Sonra bir elimi babamın hemen yanında yatan abime uzatıyorum. O’nu da sohbete katıyorum... Mezarlarının üzerindeki tozu, yaprakları süpürüyorum ellerimle. Bu sohbet, bekleyen birileri yoksa olabildiğince uzun sürüyor. Olabildiğince rahatlatıcı...

Sonra çeşmeden taşıdığım su ile kabirlerin üzerindeki çiçekleri suluyorum.

Babam çiçekleri çok severdi. Özellikle karanfil ve sardunyayı. Karanfili içine çeker ve yüzüne keyif aldığını belli eden bir gülümseme yayılırdı. Sardunyanın ise yaprağını eliyle okşar, sonra elinde kalan kokuyu içine çekerdi.

Ben evlerimde ilk çiçeği babamın gidişinden sonra yetiştirdim. Hala evimde, kitaplığımın en kıymetli köşesinde cam fanuslar içinde Kozan Mezarlığı’ndan, babamın kabrinden alınmış toprak durur. Nerede olursa olsun diktiğim çiçeklerin dibine bir fiske babamın toprağından koyarım ben. Kokusu babama gitsin diye.

Evdeki sardunyaların bir bölümü, babamın mezarı başından kırdığım sardunya dalından çoğaltılmıştır. Her balkona çıktığımda mutlaka o sardunyaların yapraklarını ezerim parmaklarım arasında. O kokuyu duymak, o kokunun beni götüreceği yerlerin huzuruna ermek için...

 

*     *     *

1900’lü yılların hemen başında Yaver’in Konağı’nın balkonundan çekilmiş bir fotoğraf. Fotoğrafta hapishane, jandarma dairesi, vilayet konağı, belediye binası, Hoşkadem Camii ve uzakta yeşillikler içinde Kozan Mezarlığı görülmektedir. (Kaynak: Abdurrahman Kütük, Kozan Hatırası)
1900’lü yılların hemen başında Yaver’in Konağı’nın balkonundan çekilmiş bir fotoğraf. Fotoğrafta hapishane, jandarma dairesi, vilayet konağı, belediye binası, Hoşkadem Camii ve uzakta yeşillikler içinde Kozan Mezarlığı görülmektedir. (Kaynak: Abdurrahman Kütük, Kozan Hatırası)



Ailemin yanından ayrıldıktan sonra mezarlığın içinde dolanırım. Bu bana bildiğim, tanıdığım o eski Kozan sokaklarında dolaşmak gibi gelir. Bir yanda Onbaşı Soner tüm yakışıklılığı, tüm sıcaklığı ile selam verir, bir yanda Çatalkafa Necmi okuduğu kitaplardan bahseder.

Biraz ilerde Şıh Efendi, Abdullah Efendi ve Zeynelabidin Efendi’nin kabirleri durur. (Tam bir vefa örneği, Nihat Atlı’nın bu kabirleri tertemiz düzenletmesine her seferinde teşekkür ederim.) Onların hemen ilerisinde yatan Remile Hala’mı, Terzi Mehmet’i, Nimet Abi’yi ziyaret ederim. İlhami Abi, Perihan Yenge, Özden ve Ferda’nın burada yatmıyor olmaları içimi sızlatır.

Ankara ve İstanbul’da iken hep korkardım oralarda ölme ihtimalinden. Korkum ölmekten değil, Kozan Mezarlığı dışında bir yere gömülecek olmamdandı.

O yüzden “Toprak beni çağırıyor” çok anlamlı gelir bana...

Sonunda toprağın çağrısına kulak verdim ve geldim doğduğum topraklara...

Geldim ata toprağına...

Gömülmem sanırım Zeytinlik’ten başka bir yere...

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar