AVNİ BEY

Şık, Zarif ve Huysuz Adam


1970’li yılların hemen başıydı ve ilkokula gidiyordum. O dönemde çocuklar hayatı, hayatın “gerçek” diye tanımlanan yüzünü görmek için, tatillerde kelimenin tam anlamıyla “ayarlanan” bir işte çalışırdı. Ben de eğer amcamın kızı Hacer Abla’nın eczanesi ayarlanamamışsa babamın yanında çalışırdım. 

Babam Kozan’ın en önemli ticari merkezlerinden biri olan Büyük Camii civarında, hemen caminin önündeki alanda önü açık bir dükkanda manifaturacılık yapıyordu. Türlerine göre ayrılmış top top kumaş, düzenli bir şekilde raflara dizilirdi. 

Gün doğumundan hemen sonra sabahın erken saatlerinde açılan dükkanda ilk iş, içeriye toz kalkmasın diye su serpilip yerlerin süpürülmesi olurdu. Bu benim işimdi. Çalı süpürgesiyle toz kaldırmadan her yeri temizleyip, toz birikintilerini dükkanın önüne çıkarıp, orayı da bol su ile temizlediğimde gururlu bir rahatlık hissederdim.

Özellikle yaz aylarında bir manifatura dükkanının çok fazla müşterisi olmazdı. Babam komşularımızla birlikte yolun gölge tarafındaki dükkanların önünde oturur sohbet ederdi. Ya da dükkanın arka tarafında yer alan şezlonga uzanır ve dükkanda her zaman var olan kitapları okur, onlardan mini mini notlar çıkarırdı. Böyle zamanlarda benim üzerimdeki en önemli ikinci iş, bir tahta ucuna bağlanan kumaş şeritlerinden oluşan fırça ile toz almaktı.

Eğer olur ya dükkanda işler iyi gitmişse o sıcak yaz günlerinde eve gitmez, Kebapçı Şükrü’den tepsi içinde ya da dürüm olarak gelen kebabı yerdik. Bu günler keyif günleriydi. Ancak işler iyi gitmemişse, kesatsa eve kadar yürür kendimize bir şeyler hazırlardık.  

Yine belli ki işlerin kesat gittiği bir gün öğle yemeğinde eve gittik canım babamla... Yaz sıcağında bomboş sokaklardan geçtik. Durak Kıraathanesi’nden döndük, yolun gölgeye dönmüş tarafındaki Avni Bey’i ve dükkanının önünde O'nunla oturanları usulca selamlayıp belediye merdivenlerinden çıktık, ağaçların gölgelerine sığınarak, sığışarak eve ulaştık. 

Yemeğimizi yiyip aynı ağaç gölgelerini kullanarak dükkana dönüyorduk ki, evden 150-200 metre uzakta kaldırımda bir 10 lira bulduk. Babam utanmış olmalı ki almaya, kendi önünde duran para için bana, "Al oğlum..." dedi. 

Aldım parayı ama cebime koyamadım, her an bir yerlerden sahibi çıkar düşüncesiyle. Belki bir 5-10 metre yürüdük yürümedik, bu kez bir 20 lira. Babam çevreye baktı düşürmüş olabilecek kimse var mı diye. Kimse yoktu.

Gülümsedi babam. "Al oğlum..." dedi. Onu da aldım, avucumdaki buruşuk 10'luğun yanına...

Biraz ilerde bir 5 lira, biraz daha ilerde bir 5 lira daha... En son belediyenin merdivenlerinde bulduğumuz 10 lira ile toplam 70 lira olmuştu.

Benim çocuk dünyam için muhteşem bir servetti bu. 

Sonrasında yıllar yıllar boyunca ben o günü rüyalarımda gördüm. Bazen o günkü gibi her adımda paralar bulurum, bazen de misket... Çoğunluk o rüyalarıma babamın o günkü gülüşü de eşlik eder. Ve ben hep o rüyalardan mutlulukla uyanırım, uyandığım için üzülürüm...

O paraları bulduğumuz gün, babam, o yolu kullanmış olabilecek bütün komşularımıza para kaybedenin olup olmadığını sordu. 

Bir yandan da benim içimi rahatlatmak için; "Belki de biz düşürmüşüzdür oğlum, yaz günü o sokaklardan bizden başka kimse geçmemiştir" diyordu. 

Çocuk aklımla bile biliyordum ki ne bizimdi o para, ne de 50 lira kaybettiğini söyleyen komşumuzun...

Sonunda paranın sahibi çıkmayınca babam, "Artık senindir..." dedi. O büyük servetimle önce koştur koştur Avni Bey’in dükkanına gittim. Camekanda iplere mandallarla dizilmiş çizgi romanların her gün önünden geçer ve iç geçirirdim. Oradan kapağı açılmamış yepyeni kitapları alıp Halkbank’ın oraya gittim. 

O yıllarda bankanın yan duvarında dizilmiş çocuklar, kutular içine dizdikleri çizgi romanlarını ya kiralar, ya da satardı. 

Paramın bir kısmıyla da bir sürü ikinci el Teksas-Tommiks aldım... 

Aldığım o kitaplar hala kütüphanemin en kıymetli bölümünde, oğlumun onları kabul edeceği günü bekliyor... Babamın sayfa aralarına sinmiş gülüşüyle ve o gün yaşadığımız mutluluğun izleriyle...


*     *     *

Büyük ya da küçük fark etmez, bir şehrin tarihini sokakları üzerinden takip edebilirsiniz. Sokaklarına sinmiş anılar, sesler, kokular üzerinden...

Büyük ya da küçük fark etmez, bir şehrin tarihini okuyabilmek için onun sokaklarında dolaşmanız, kokularını içinize çekmeniz gerekir...

İşte ben böyle bir yolculuğa çıkma şansı buluyorum. Çocukluğumun renklerine, kokularına, tatlarına ve seslerine bir yolculuk bu... 

Bu yolculuğa ilk hazırlık yaptığım yıllarda uzakta olan şehrim için "kutsal topraklar" ifadesini kullanmıştım. Daha önce kimsenin kullandığını duymamıştım bu tanımı, sonradan birçok kişinin kullandığına şahit oldum. Benim gibi düşünenlerin bolluğundan haz duydum.

Herkesin kutsal toprakları farklıdır... Kimisi Mekke'ye, kimisi Kudüs'e, kimisi Himalayalar'a kutsal toprak der. Ben kadim şehir Kozan'a... Nam-ı diğer Sis’e...

Benim gibi binlerce Kozan'dan ayrı kalmış Kozanlının, hasretle andığı "kutsal toprakları"dır bu yaşlı şehir. 

Beni doğuran, büyüten kutsal topraklar çocukluğumu, güzel annemi ve babamı, canım kardeşlerimi, kocaman ailemi, dostlarımı, atalarımın, erken giden sevdiklerimin mezarlarını saklar bağrında. 

Ama benim için sadece bunlar değil o kutsal kentle bağlantım. Tatlar, kokular, sesler ve unutulmaz karakterler de var beni var eden, unutulmaz anılar barındıran.

Sabahın köründe dumanlar içinde ocakbaşında yenen ciğer, mavi el arabasında Ziya Usta'nın (şimdilerde oğlu Sinan'ın) şam tatlısı, köşe başlarında şalgamcı Karaoğlu İbrahim, dünyanın en güzel ayranını mavi ceresi içine sığdıran Ayrancı Hidayet, her öğleden sonra caminin önüne zorlukla ittiği arabasıyla getirdiği sımsıcak büzdürük tatlılarını satan Tatlıcı Yasin, şimdilerde yok olan mavi tahta kutular içinde satılan eskimolar, simitçi Kurt Dayı, ağızda un gibi dağılan sıcak leblebi yanında henüz fırından çıkmış un kurabiyelerini satan İbrahim Emmi, dükkanına gelenleri papyonuyla, kolluklarıyla karşılayan Kozan'ın uzun yıllar tek gazete bayii Avni Bey, teneke bir kutudan yapılmış tezgahında böreklerin en güzelini satan Börekçi Hasan Emmi, halin karşısında arabalar içinde hemen hemen her şeyi satan güler yüzlü Abdi Amca ve arkadaşları, Kozan'ın ilk bonmarşesi Şen Kardeşler, bisikletçi Mustafa Abi ve diğerleri ve diğerleri... 

Saydıkça canlanan, saydıkça çoğalan, saydıkça renkleri, sesleri, kokuları duyulan Kozan'ın değerleri... İşte ben böyle bir yolculuğa çıkıyorum, çocukluğuma, gençliğime ve onlara anlam katanlara doğru...

İşte bu geçmişe yolculuklarımı (ki bunun için çok şanslı hissediyorum kendimi, bu yolculuğa çok elverişli bir iş yapabildiğim için) bölüm bölüm sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Bu hafta bu yolculuğun ilk durağı olacak Avni Bey'i anlatacağım. Kozan'ın 40 yılı aşkın ilk ve tek gazete bayii Hüseyin Avni Atakan...

Anlattıklarımda hep birinci ağız kullandım. Bu Avni Bey’in ve o dükkanın yaşadıklarına tanık olduğumdan değil elbet. Benim yaşım ancak o dükkanın sadece son 10-15 yılına yetmiştir. Tanıklıklarım o dükkanın önünden geçerken ya da Hacer Abla’nın, babamın, mahalledeki ablaların gazete ve dergilerini alırken tezgahtan gördüklerimden ibarettir. Bir de para biriktirmeye ve paramı çizgi romanlara yatırmaya başladığım dönemlerde aldığım çizgi romanlar ve Milliyet Kardeş dergi alışverişinden...

Bu yazıya hazırlanırken Avni Bey’in kendisi gibi zarif oğlu Feyzi Atakan, saatlerce süren söyleşilerle ve arşiviyle çocukluk anılarımın hayat bulmasını sağladı. Ayrıca Okurlar Pazarı'nın bel kemiği olan, 6-7 yaşından 1973 yılına kadar, yaklaşık 20 yıl kadar orada çalışan Abdullah Abi (Uğur) o günleri bütün ayrıntılarıyla anlatarak bu çalışmaya destek verdi.

*     *     *


20 Ağustos 1937 Cuma günü genç bir memur elinde bir mektup ve tahta bavulla Adana'dan apar topar Kozan'a geldi. Genç adamın adı Hüseyin Avni Atakan idi. Tahrirat katibi olarak Kozan'a atanan Avni Bey’in elinde Kozan'ın ileri gelenlerinden Sehlikzade Mahmut Efendi'ye yazılmış bir mektup vardı. 

Şimdiki Şahin Sokak ile Aşağı Çarşı'nın buluştuğu çatalda sol tarafta o zaman var olan demirci dükkanının üstündeki hana yerleşen Avni Bey, Kozan'a tahrirat katibi olarak atanmıştı. Ancak o dönemde Kozan'da kaymakam olmadığı için, bu genç adam, en üst düzey memur olarak kaymakam vekilliği görevini de üstlendi. Kendisine tahsis edilen bir at ve iki jandarma ile hemen çalışmaya koyuldu.

Cumhuriyet henüz 14 yaşındaydı ve devletin toplanamayan vergilere çok ihtiyacı vardı. Avni Bey önce bütün kayıtları çıkarıp tekrar elden geçirdi. Elinde vergilerini ödemeyenlerden oluşan büyük bir liste oluştu. Bu listede Kozan'ın ileri gelen ailelerinden insanlar da vardı. Ama Avni Bey hiçbir ayrım gözetmeden herkese borçlarını ödemeleri için yasal uyarılarını yaptı. Birçok kişi ödemelerini gerçekleştirdi. Ödemekte direnenlere haciz uygulandı. 

Bu titiz, inatçı genç memur bir yandan kendisine dostlar, sevenler bir yandan da düşmanlar, sevmeyenler ediniyordu. Hakkında Adana vilayete şikayetler gitmeye başladı.

Dönemin Kozan'ı savaşların, işgalin ve yokluğun izlerini hala üzerinde taşımaktaydı.  Şehir aslında birbirine parelel giden Aşağı ve Yukarı Çarşı'nın hemen yakınlarında hayatını sürdürmekteydi. Gelişme, kenti Adana'ya bağlayan Irmak Caddesi, Kadirli'ye bağlayan Kadirli Caddesi (şimdiki Cami-i Kebir caddesi), Saimbeyli ve Feke'ye bağlayan Saimbeyli Caddesi çevresinde yavaş yavaş filizlenirken Kozan'ın kalbi Büyük Camii civarında atıyordu. En önemli dükkanlar, yeme-içme mekanları, kahvehaneler, devlet daireleri Büyük Camii'yi merkez alırsanız 300-400 metrelik bir daire içinde yer alıyordu. 

1930'lu yılların Kozan'ında, gece hayatının merkezi konumundaki mekan da bu çember içindeydi. Aşağı Çarşı'nın sonunda sol kolda, şimdilerde balıkçı dükkanının olduğu yerde Kozan'ın bütün ekabirlerinin bir araya geldiği bir kulüp vardı. 

Burası Avni Bey için de bir dinlenme, soluklanma mekanı oldu. Kozan'ın önde gelenleri akşamları burada bir araya gelir, bir iki kadeh eşliğinde günün, Kozan'ın, ülkenin değerlendirmesi yapılır, sohbetler ve dostluklar burada şekillenirdi. Yılda bir iki kez Adana'dan gelen sanatçılar burada konser verir, o geceler Kozan'ın uzun süre konuşacağı renkli anıları biriktirirdi. İşte kaymakam vekili olan Avni Bey de o gecelerin onur konuğu olarak en güzel yerde oturur ve geceye katılırdı.

Yaklaşık üç yılın ardından Kozan'dan gelen şikayetlerin artmasıyla vilayet Avni Bey’in tayinini Ceyhan'a çıkardı. Bu bir anlamda sürgün demekti. Şimdi Avni Bey’in önünde iki seçenek vardı. Ya sürgünü kabul etmek ya da istifa edip çok sevdiği ve birçok dost edindiği Kozan'da kalmak. O ikinci yolu seçti, yani Kozan'ı...

*     *     *

Hüseyin Adni...

Avni Bey 1900 yılında (Hicri 1318'de) Hüseyin Feyzi Bey ve Emine Hanım’ın ikinci çocuğu olarak Sinop'ta doğdu. Hüseyin Feyzi Bey yol ve köprü mühendisi idi ve o dönem Karadeniz'de yapılan yollarda çalışmak için Sinop'ta görevliydi. Kızından sonra doğan oğluna Adni adını koydu. Arapça kökenli bir erkek ismi olan Adni; cennete gitmeye hak kazanmış, cennetlik kişi anlamındaydı.

1901 yılında, yan taraflarındaki bir evde çıkan yangın Hüseyin Feyzi beylerin evine de sıçradı. Yangında henüz bir yaşını doldurmamış Adni güçlükle kurtarılırken annesi Emine Hanım dumandan zehirlenerek öldü. Apar topar İstanbul'dan gelen anneanne Adni'yi ve ablasını İstanbul Aksaray'daki evine götürdü. O dönemde 60 yaşında olan anneannenin memelerine süt geldi ve henüz kundaktayken öksüz kalmış Adni'yi o büyüttü.

Adni okul yaşına geldiğinde Beşiktaş Akaretler'deki ilk özel İslam mekteplerinden olan Afitab-ı Maârif Mektebi'ne yazdırıldı. 

Yabancı ve gayrimüslim okulların eğitim kalitesi açısından olumlu ancak siyasi olarak olumsuz faaliyetleri Osmanlı Devleti'ni 1873 yılında batılı eğitim kurumları kurmak zorunda bırakmıştı. Darüşşafaka Mektebi ile başlayan bu furyada 30 yıl içerisinde 45 Özel İslam Mektebi açılmış ve bu okullar yabancı okullarda okumakla iftihar eden Müslüman çocuklara bir alternatif olmuşlardı. Ancak bu okullara sadece yüksek gelirli ailelerin çocukları gidebiliyordu.

Yaklaşık 60 sayfalık tanıtım broşüründe kuruluş amacı için "vazifelerini bilip her gün düzenli olarak derslerini öğrenen ve iyi ahlak ile yetişerek vatana ve millete hizmet edebilecek hakiki bir insan olmaya çalışan bireyler yetiştirmektir" diyen Afitab-ı Maârif Mektebi özel İslam mekteplerinin en gözdelerinden biriydi. Hazırlık, ibtidai ve rüştiye bölümleri olan okul 6 yıllıktı ve sadece erkek öğrencileri kabul ediyordu. Okulun liseye denk olan idadi bölümü bulunmuyordu. Haziran 1914'de kapanan okulun 27 personeli ve 450 öğrencisi  vardı.



Afitab-ı Maârif Mektebi'nden 1913 yılında diploma alan Hüseyin Adni idadiyi de bitirdikten sonra Darülfünun-ı Şahane olarak bilinen İstanbul Darülfünunu Hukuk Mektebi'ne başladı. 1874 yılında eğitime başlayan Hukuk Mektebi, Osmanlı’da modern hukuk eğitiminin yapıldığı ilk yüksek mektepti. Hukuk Mektebi, sonraki yıllarda İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’ne dönüşmüş, Türkiye’de kurulacak diğer hukuk fakültelerine de kaynaklık etmişti.

Hüseyin Adni, Vezneciler’deki Zeynep Hanım Konağı’nda devam eden hukuk eğitimi sırasında bir yandan da evlerinin yakınında açtıkları kömür dükkanında çalışıyordu. Ancak I. Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle okula devam edememiş ve diploma alamadan hukuk eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. 

Hüseyin Adni Bey çok genç yaşlarda İstanbul’da yaşayan bir akraba kızı ile evlendirildi. Karısı bale yapan, piyano dersi alan, zenginlik içinde yaşamaya alışkın genç ve güzel bir kadındı. Ancak bu evlilik çok uzun sürmedi ve Adni Bey İstanbul'dan uzaklaşmak için Feniks Dö-vizyen Şirketi'nin sigorta müfettişi olarak çalışmaya başladı.  


7 Eylül 1930'da 30 yaşındayken ilk görev yeri belli oldu; Menemen. Adni Bey burada Kozan ile dolaylı ilk bağlantısını da kurdu; ilk yaptığı poliçelerden biri Menemen'de yedek subay olarak bulunan Kozan doğumlu Mustafa Fehmi Kubilay'ın karısının hayat sigortasıydı. Üç ay sonra Menemen'de yaşanacaklar Kubilay'ın adıyla anılacak ve bu küçük Ege kasabasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

O yıllarda soyadı kanununun çıkmasıyla nüfus kağıdını yenilemek isteyen Hüseyin Adni Bey, bir nüfus memurunun hatası sonucu ismini de değiştirmek zorunda kalacaktı. Nüfus memuru Adni'yi Avni olarak okuyacak ve O'nun yeni adını kayıtlara okuduğu gibi geçecekti: Hüseyin Avni Atakan.


*     *     *

Kozan'ın ilk gazete bayii açılıyor...

Sürgün olayından sonra Kozan'da kalmaya karar veren Avni Bey, ne yapacağına karar verebilmek için İstanbul'a döndü. Üniversite döneminden tanışıklığı olan Simaviler ve Ilıcaklar'ın da teşviki ile yeni işini buldu; gazete bayiliği. O'nun İstanbul'a gittiği 1940'lı yılların başında ülkenin de, basının da durumu pek de iç açıcı bir görünüm sergilemiyordu:  

1940'ların hemen başında Basın Yayın Genel Müdürlüğü tarafından yapılan bir araştırmada Türk basınında gündelik gazete sayısının 38, gündelik olmayanların 78, dergilerin ise 127 adet olduğu görülür. Ulusal basında yayınlanan gazetelerin yarıdan fazlası, magazin ve kitapların ise yüzde 70'inin İstanbul'da üretildiğini ortaya koyan araştırmaya göre İstanbul’da çıkan sabah gazeteleri akşama yakın saatlerde Bursa’ya; akşam Eskişehir’e; gece yarısı veya ertesi sabah Ankara’ya, üçüncü günün akşamı Samsun’a; üçüncü günün gece yarısı Diyarbakır’a ulaştırılmaktadır. Süreli yayınlar Ankara dışındaki abonelere posta yolu ile gönderilir.

Yine o yıllarda Basın Yayın Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan 23 soruluk bir anket, dönemin gazete okurunun profilini göstermesi açısından ilginçtir:

* Gazeteler pahalı satılmaktadır. 

* Gazetelerin ebatları büyüktür ve sayfa sayıları çoktur. 

* Günlük gazeteler, halkın konuştuğu dili kullanmalıdır. 

* Gazetelerde faydalı yazılar yer almalı, romanlar ve tefrikalar haddinden fazla uzun olmamalıdır. 

* Basın halkın sorunlarıyla ilgilenmelidir. 

* Gazeteler kazanç kapısı olarak görülmemeli ve çıkarlara hizmet etmemelidir. 

* Okumayı özendirecek yayınlar yapılmalı, dergi kapaklarına kadın resimleri yerine millî abide ve görkemli binaların resimleri konulmalıdır. 

* Cinayet ve aile faciaları manşetten verilmemeli, açık-saçık resimler yayımlanmamalıdır. 

* Taşrada gazeteler kaymakamlar ve öğretmenler tarafından halka okutulmalıdır.

Avni Beyin Kozan'da bir gazete bayii açma düşüncesiyle geri geldiği o günlerde bütün ülkede kapılarımıza dayanan dünya savaşının etkileri hissediliyordu. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere tüm yurtta geceleri karartma uygulanıyor, ekmek ve temel gıda maddeleri karneyle satılıyor, resmi yayın organı olan Ulus gazetesi hariç bütün gazetelerin sayfa sayısı 6 ile sınırlandırılıyordu.

Avni Bey en işlek ticari merkezlerden biri olan Yukarı Çarşı'da açtığı dükkanın adını "Okurlar Pazarı" olarak belirledi. Bu gazete bayii dükkanı Kozan için bir ilkti ve yaklaşık 40 yıl boyunca tek olarak kalacaktı. 

*     *     *


Dükkanın yeri neresiydi?

Kozan Belediyesi’nin hemen yanındaki merdivenlerden Yukarı Çarşı'ya inerken sağ tarafta eski PTT binası vardı (Bugün Necat Karataş'ın kahvehanesinin olduğu yer). Yanında Kozan’ın ünlü kebapçılarından Şükrü’nün dükkanı. Biraz ilerde de Remile halamın oğlu, Kahveci Nimet Dönmez’in kahvehanesi. Ki bunun üzerinde daha sonra TÖB-DER binası olacak ve Kozan’ın sol görüşlü öğretmenleri burada toplanacaktı. 

Karşı sırada ise Dede Akçalı'nın yazıhanesi, yanında Sırrı ve Nihat Saplık kardeşlerin berber dükkanı, yanında Avni Bey’in Okurlar Pazarı'nı ilk açtığı yer, onun yanında Konyalı saatçi Musa Serin'in küçük dükkanı, hemen köşede ise iki dükkanlık alanda Şerif amca ve ortağı İsmail Abi’nin işlettiği ahşap camekanlı Durak Kıraathanesi... Durak Kıraathanesi’nin damı düzdü ve dükkanların arasından çıkan küçük merdiven yaz akşamüstlerinde konforlu bir kaçış imkanı sunardı.

Buradaki dükkan dar gelince Avni Bey tam karşıda yer alan daha geniş bir dükkana geçti ve ilk dükkanı depo olarak kullanmaya başladı. Karşılıklı sıra sıra bu dükkanların hemen hemen tamamının üzerleri kubbeli, kemerli idi. Kozan'ın en eski sivil mimarlık örneği olan bu dükkanların çatıları akar, her yıl bir usta çatıya çıkıp otları temizler, loğ ile çatıları sıkıştırıp çatlakları onarırdı.


Dükkanın önü tamamen camekanla kaplıydı ve bu alana gerilmiş iplere gazete ve mecmua örnekleri mandallarla tutturularak sergilenirdi. Camlı bölümün ortasındaki pencere açık durur, içerde gruplar halinde sıralanmış gazeteler dizili olurdu. Bu tezgahın başında genellikle Avni Bey olurdu. Dükkanın içerisinde ise ortada (120 cm yüksekliğinde, 100 cm X 150 cm ebadında) iki büyük tezgah bulunuyordu. Bu tezgahların üzeri 4-5 cm kalınlığında camla kaplı idi ve bu camlar yılların izini taşıyordu. Tezgahın iç tarafında galle denilen para çekmeceleri ile günlük gelen giden evrak ve faturaların konulduğu raflar vardı. Tezgahın üstünde ise ikiye katlanmış gazeteler, çizgi romanlar sergilenirdi. Tezgahın bir bölümünde ise camdan pompalı ve ölçülü iki kolonya damacanası dururdu. Tezgahın boş kalan diğer bölümleri çalışma masası gibi kullanılırdı.

Dükkana girdiğiniz anda kağıt ve mürekkep kokusuna karışmış kolonya kokusu karşılardı sizi.

Kapıdan girişte hemen hemen duvarın büyük bölümünü kaplayan abone dolabı yer alıyordu. Sayıları 400'ü aşan bu dolapta, gazeteler dörde katlandığında girebilecek büyüklükte gözler vardı ve her biri numaralandırılmıştı. Düzenli olarak gazete alanlar abone yapılıyor ve kendilerine bir numara veriliyordu. Her numaranın gazete ve dergisi kendi bölümüne konuluyor, abone tezgahın karmaşasına girmeden istediğini alıp gidiyordu. Hesap ise ay sonunda kapatılıyor, ödemede aksama yapanların aboneliği iptal ediliyordu.

Dükkanın duvarları tamamen raflarla kaplıydı. Bu raflarda kırtasiye ürünleri defterler, araç-gereçler, kalemler, kitap ve dergiler, seri romanlar bölüm bölüm ayrılmış olarak diziliydi. 


*     *     *



O raflarda neler vardı...

Avni Bey’in dükkanının her yanını kaplayan o raflardan bir dönem Türkiye'sinin yazılı basın tarihini izlemek mümkündü. 

Benim kişisel geçmişimde, Avni Bey ve özellikle sattığı dergiler çok önemli yer tutar. Milliyet Çocuk dergisini ilk Avni Bey’den almaya başlamıştım. Yıllar yıllar boyunca bu dergiyi hiç kaçırmadan takip ettim. Eksiksiz bir koleksiyon oluşturmuştum ve bununla da gurur duyuyordum. Üniversiteye başladıktan sonra, bu dergi koleksiyonunun, hem çok fazla alan kaplıyor, hem de toz tutuyor diye atılıp yakıldığını öğrendim. Hala içimi sızlatır bu kayıp.

O yüzden bu raflardaki dergi ve kitaplardan, bende iz bırakanları sıralayacağım burada, devamını sizin deneyimlerinize, anılarınızın tortusuna bırakacağım:


Cep Foto-Roman; 

Süreli basında yayımlanan ve içinde fotoğraflarla kurgulanmış bir hikayenin anlatıldığı, orta boy bir cebe sığabilecek boyutta olduğu için “Cep Foto-Romanı” olarak adlandırılan resimli aşk kitaplarıdır. 

60’lar ve 70’lerde genç kızlar tarafından çok rağbet gören cep fotoların dış kapaklarında renkli, iç sayfalarında ise siyah-beyaz fotoğraflar kullanılırdı. Claudia Rivelli, Franco Gasparri, Francesca Rivelli, Paola Pitti, Michela Roc, Katiuscia gibi çok da tanınmamış İtalyan oyuncularının poz verdiği foto-romanlarda konu aşk ve entrikaydı.

Çoğunlukla mutlu sonla biten bir yapısı olan Foto-romanlar ağırlıklı olarak konuşmalardan oluşsa da birbirini izleyen görüntüler, hikayenin temel bağlantısını oluştururdu.

Türkiye’de ise 1960 ile 1970 arasına foto-roman yıllarıdır diyebiliriz. İtalya'nın Rizzoli Foto Roman Stüdyoları'nda üretilen çalışmalar, tifdruk tekniğiyle Hayat Dergisi'nde yayımlanırdı ve ülkemize foto-roman bu sayede girmiş oldu. Daha sonra bu hikayeler küçük cep kitapçıkları halinde Hürriyet ve Tay Yayınları tarafından haftalık basılıp kitapçılarda satılmaya başlandı.

Ayrıca bir de yerli foto-roman dönemimiz vardır. İlk yerli fotoroman Günaydın Gazetesi'nin eki olarak 1968'in sonlarında yayına giren "Saklambaç" ile başladı. Yayımlanan ilk foto-roman Yılmaz Güney'in oynadığı "Asılacak Adam"dır. 

Ardından 'foto-roman yarışmaları' düzenlendi ve bu yarışmaların ilkinde Kadir İnanır 'birinci' seçildi. Feyzi Tuna'nın yönetiminde çekilen "Bağdat Yolu" adlı foto-romanda Kadir İnanır, Sevim Tuna ile başrolü paylaştı. 

1970'li yıllardaki siyah-beyaz fotoroman döneminin yerli oyuncuları arasında Fikret Hakan, Ajda Pekkan, Eşref Kolçak, Cem Karaca, Müşfik Kenter gibi isimler vardı. Daha önce siyah-beyaz çalışmalar döneminde foto-roman yöneten Lütfi Akad'ın ardından Halit Refiğ, Ertem Eğilmez, Safa Önal ve Kartal Tibet gibi yönetmen koltuğunda oturan sinemacılar da bu kervana katıldılar. 


Teksas-Tommiks;

Teksas, nam-ı diğer Çelik Blek 1956 yılından beri Türkiye’de yayınlanan ve kardeş yayın olan Tommiks ile birlikte çok büyük ilgi görmüş İtalyan yapımı bir çizgi romandı. Bu romana olan ilgi o dereceye varmıştı ki Türkiye’de bütün çizgi romanlar Teksas-Tommiks adıyla anılmaya başlandı. 

1770 yıllarında Kuzey Amerika’da İngiltere’ye ait kolonilerin bağımsızlık savaşı vererek Amerika Birleşik Devletleri’ni kurmasını konu alan bu çizgi romanın başlıca kahramanları Çelik Blek isimli bir genç savaşçı, Rodi isimli bir erkek çocuk ve Profesör Oklitus’du.

Yüzbaşı Tommiks, orijinal ismiyle Capitan Miki 1835 ve 1840 yılları arasında Amerika’da yaşayan 15 yaşında bir korucu, 'ranger’di. Amerikan tarihinde “Altına Hücum” veya “Batıya Göç” dönemi olarak bilinen bu dönemde, Yüzbaşı Tommiks’e iki alkolik karakter Konyakçı (Doppio) ve Doktor (Salasso) her macerasında eşlik ederdi. Bu ikili bir yandan kendilerini sürekli komik olayların göbeğinde bulurken, diğer yandan da arkadaşları Miki’nin yardımına koşmaktan geri kalmazlardı.

Teksas-Tommiks’in popüler olduğu 60’lı ve 70’li yıllarda, okur kitlesi çocuklar ve gençlerdi. Ebeveynler ve eğitimcilere göre zararlı görülen bu kitaplar öyle çok satılıyordu ki neredeyse toplumsal bir sorun olarak algılandıkları dönemler oldu. 

Avni Bey’in raflarında Teksas, Tommiks'in yanı başında Zagor, Teks, Tom Braks, Swing gibi yine İtalyan çizerlerin yarattığı kahramanların kitapları da yer alırdı. 

Daha sonra Suat Yalaz'ın Karaoğlan'ı, Sezgin Burak'ın Tarkan'ı, Rahmi Turan ve Abdullah Turhan'ın Kara Murat'ı kılıçlarıyla çizgi roman dünyasını fethettiler. Genelde siyah-beyaz olan çizgi roman dünyasına önce Karaoğlan sarı zemin ile bir renk zenginliği getirdi. Ardından kimi özel versiyonlar için Tarkan renkli baskılar yaptı. Bu sayılara sahip olmak bir ayrıcalıktı.


Hayat Mecmuası;

Yayın hayatına 6 Nisan 1956 günü başlayan Hayat Mecmuası 1980'lere kadar Türkiye'nin en önemli dergilerinden biri oldu. Sohbet yazıları ve radyo programları ile tanınan Şevket Rado tarafından çıkarılan derginin sahibi Yapı Kredi Bankası idi. Renkli kapakları ve derginin ortasında yayımlanan tam sayfa resimleri ile büyük ilgi uyandırdı. Hikmet Feridun Es, Semiha Es, Şevket Rado, Yılmaz Öztuna, Naşit Hakkı Uluğ, Rakım Çalapala, Nihat Menteşe yazar kadrosunda yer alan isimlerdendi.

Magazinin ilk örneklerinin görüldüğü ama modern aile mecmuası kalıbındaydı. Kapakları renkli ve tam boy artist resimleriyle süsleniyordu. İçinde bulmaca, fal, karikatür, moda ve gezi yazıları, diziler, fotoromanlar, pembe romanlar bulunuyordu. Basında, baskı kalitesinde ve reklamda yenilikler meydana getirdi, 50 ve 60’larda yüzbinleri geçen tirajı yakaladı. 

Başarılı olunca grup, Hayat Hayvanlar Ansiklopedisi ve Hayat Tarih mecmualarını da çıkardı. Hayat Hayvanlar Ansiklopedisi fasikül fasikül alınıp ciltlettirilmiş ve evimizin en ilgi gören kitaplarından biri olmuştu. Fotoğraf ve çizimlerle renklendirilmiş kitap, sıkıntılı anların kaçış noktasıydı benim için. Hayat Tarih ise daha sonraki yıllarda sahaflardan tüm koleksiyonu tamamlamaya çalıştığım yine çok renkli bir kaynaktı.

Hayat, 70’lerdeki siyasal ortamda işlevini kaybetti ve 1978 Temmuz’unda grev başlayınca kapandı.


Ses Mecmuası;

Ses Dergisi, 1956’da yayımlanmaya başladı. Birçok sanatçının Yeşilçam’a ve sahnelere adım atarak ünlü olmasını sağlayan Ses’de sanat, sinema, moda ve müzik dünyasından haberler yer alıyordu. Dergi aynı zamanda, Ressam Fikret Mualla’nın çizimler yaptığı, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun düzenli yazılar yazdığı bir dergi olma özelliği taşıyordu. Çizdiği desenlerden birinin müstehcen olduğu gerekçesiyle hakkında dava açılan Fikret Mualla'nın Ses’te yayımlanmış Masal ve Üsera Karargahı adlı iki öyküsü de bulunuyordu.


Doğan Kardeş Dergisi

Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent, İsviçre’nin Flims kasabasındaki Sunnehuesley yatılı okulunda okuyan 10 yaşındaki oğlu Doğan Taşkent’i 10 Nisan 1939 tarihinde Alpler’de meydana gelen bir heyelan sonucunda kaybetti. Küçük Doğan'ın anısını yaşatmak için, adını taşıyan bir çocuk dergisi yayımlamaya karar verilmesiyle 1945 yılında Doğan Kardeş çıktı. Doğan Kardeş çok beğenildi ve kuşaklar boyunca, çocuk dergiciliğinde bir efsaneye dönüştü.

1945-1993 yılları arasında belli aralıklarla yayınlanan, popüler çocuk dergisinde Suna Kan’dan İdil Biret’e, Coşkun Aral’dan Pınar Kür’e, Talat Halman’dan Garo Mafyan’a birçok ünlü ismin imzalarına henüz hepsi birer çocukken ilk önce Doğan Kardeş’te rastlandı. Suna Kan ve İdil Biret yurtdışında eğitim gören birer harika çocukken gönderdikleri mektuplar dergide yayımlanıyordu.

İçinde yazılar ve karikatürlerin yanı sıra Tortaks, Kahraman Ozan Hügo, İkiz Kardeşler, Profesör Tonton, Hayvanlar Çiftliği gibi çizgi romanlar da vardı. Çocukluğumuzun en büyük kültür hazinesi ve eğlencesiydi.


Gırgır ve Fırt

Gırgır Türk okuruyla ilk olarak Gün Gazetesi’nin mizah köşesi olarak tanıştı. Oğuz Aral’ın hazırladığı bu köşe büyük ilgi görünce gazetenin parasız eki olarak dağıtılmaya başladı.

1972’de yayın hayatına başlayan, kadrosu ve imtiyaz sahiplerinde büyük değişikliklerle günümüzde halen yayımlanan, Türkiye’nin en çok satmış kült mizah dergisidir. 

Oğuz Aral’ın mizah yönetmenliğinde yayına başlayan Gırgır’ın ilk yıllardaki sloganı; “Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser her derde devadır, gırgır da gırgır” idi. Bir dönem 500 bine ulaşan tirajıyla Türkiye’de gelmiş geçmiş en çok satan mizah dergisi oldu ve kendinden sonra gelen bütün mizah dergilerinin tarzını belirleyen bir ekol haline geldi. Kendisinden önceki mizah dergilerinin elitist tavrını terkedip, döneminde “sulu mizah” denilerek küçümsenen, argo, cinsellik ve mahalle hayatını işlemekten çekinmeyen yeni bir anlayışa yöneldi.

Gırgır ekibi 1976'da daha küçük boyutlarda, siyasetten biraz daha magazine kaymış bir kardeş dergi çıkarmaya başladı. Boyutu Gırgır'dan daha ufak olduğu ve bir çırpıda okunup bittiği için "Fırt" adını aldı. İsim babası, karikatürist Ferit Öngören'di.

Tekin Aral editörlüğündeki haftalık gülmece dergisi olarak yayınlanan Fırt mizah dünyamıza "yavrunuzun sayfası" kavramını kazandırmıştı. Derginin kapak arkasında yayınlanan erotik fotoğraflara konuşma balonları ekleniyor ve mahrem alanlar çizgilerle kapatılıyordu.


*     *     *

Sabah ezanı öncesinde dükkan kapılarını açardı...

4 Eylül 1959'a kadar yani Gazete Mecmua Dağıtımı Limited Şirketi (Gameda) kuruluncaya kadar gazeteler haftada üç gün trenle Adana'daki baş bayii olan Küçüksaat'teki Yolgeçenler'e geliyor, oradan alınarak Kozan'a getiriliyordu. Her gazete grubu yayınlarını kendi imkanlarıyla Adana'ya ulaştırıyordu. Gameda Tercüman, Milliyet, Cumhuriyet, Yeni Sabah ve Dünya gazeteleri ile Tifdruk Matbaacılık ortaklığı ile kuruldu. Hemen ardından kurulan Hür-Dağıtım ise basının amiral gemisi diye anılan Hürriyet gazetesi ve grubun diğer gazete ve dergilerini gönderiyordu. Avni Bey her iki grubun da temsilcisiydi.



40 yılı aşkın bir süre aynı rutinle çalıştı Avni Bey ve yanındakiler. Başlangıçta, gece yarısını geçince ekipten bir kişi Adana'ya gidip hızla gazeteleri Kozan'a getirirdi. Daha sonra gazeteler Kozan minibüsleriyle gönderilmeye başlandı. Avni Bey sabah ezanı okunmadan dükkanın kapılarını açar, Abdullah'ın Adana'dan getirdiği gazetelerin ipleri özenle çözülür (ipler daha sonra tekrar kullanabilmek için kesilmez) Urfalı Cemal, Milyoner Yaşar ve Savaş'tan oluşan ekip, koltuklarının altına aldıkları 50'lik gazete balyalarını hem tekrar sayar hem de tezgaha dizilecek ve ilçelere, köylere gönderilecek gazeteleri ayırırlardı.

Okurlar Pazarı Kozan'la birlikte Feke, Saimbeyli, Tufanbeyli, Sarız, İmamoğlu, Çukur ve Hacılar'ın da bayiliğini üstlendiği için getirilen gazetelerin zaman kaybetmeden bu merkezlere de gönderilmesi gerekiyordu. O dönemde, Basri Demirci'nin evinin karşısında (Saimbeyli Caddesi'nde) Feke, Saimbeyli, Tufanbeyli, Sarız'a kalkan otobüslerin garajı vardı. İlk otobüs kalkmadan gazeteler yetiştirilir o ilçelerdekilerin sabah kalktıklarında gazetelerine ulaşmaları sağlanırdı.

Köylere ise gazeteler ya bisikletle ya da motorsikletle yine gün doğmadan dağıtılırdı. Avni Bey ise bu sırada abonelerin gazete ve dergilerini ayarlar, onları yerlerine yerleştirirdi. Sabah namazı bitttiğinde camiden çıkanlar gazete ve dergilerine ulaşmış olurdu.

Sabah saatleri öğlene kadar çok yoğun olur öğle yemeğine Avni Bey eve giderdi. Çalışanlar ise sefer taslarıyla dükkana gelen yemeklerini ya da Kebabcı Şükrü'den gelen dürümlerini yerdi.

Öğleden sonra dükkanın işi sakinler, Avni Bey arka taraftaki sandalyesine oturur önce Cumhuriyet gazetesini ilanlarına varıncaya kadar okur, sonra Milliyet gazetesine geçer ardından hızlı bir şekilde Tercüman ve Hürriyet'e göz atardı. Dergi ve mecmuaları eve götürür, akşam yemeğinden sonra evde göz atar, hatta kimi yazıları karısına sesli okurdu.

Özellikle bahar ve yaz aylarında güneş döndükten sonra önemli bir etkinlik de dükkanın önüne konulan sandalyelerde oturup Durak Kıraathanesi'nden gelen çay ve kahveleri içmekti. Çoğunluk komşu esnaf bazen de dostlar Avni Bey’in konuğu olurdu.


Akşam üzeri olduğunda Avni Bey büyük cam tezgahın başına geçer, büyük bir kağıda hazırladığı çizelgeye o gün gelen dergi ve gazetelerin adetlerini teker teker yazardı. Gün içinde satılan dergi ve gazetelerin de adetleri çizelgeye eklendikten sonra Gameda ve Hür-Dağıtım'ın Adana bürolarıyla telefon bağlantısı kurulurdu. Bütün veriler teker teker dağıtım firmalarına verilirdi. Bu rakamlar, Kozan'a gönderilecek gazete ve dergilerin adetlerini belirlemek için çok önemliydi.

Akşam, sokak lambaları yanmadan önce dükkanın kapıları kilitlenip kapatılırdı. Avni Bey bütün çalışanlarının sokak lambaları yanmadan evlerine ulaşmasını sağlardı. Kendisi de yürüyerek evine giderdi. 

*     *     *

Kozan’ın küçük müvezzileri...

Gazete ve dergilerin okuyucuya ulaştırılması, başlangıcından bu yana medya dünyasının en önemli meselesiydi. 

1831'de çıkarılan ilk gazete Takvim-i Vakayi devlet yönetiminde çıkıyordu ve dağıtımı çok da sıkıntı yaratmıyordu. Çünkü basılan gazete sadece devlet büyüklerine, yüksek rütbeli memurlara, taşradaki yöneticilere, elçiliklere ve az sayıda bilim insanına gönderiliyordu. 1840'ta çıkan Ceride-i Havadis ve 1860’ta çıkan Tercüman-ı Ahval’in ise baskı sayısı birkaç bini geçmiyordu ve gazeteler, ücretli çalışanlar tarafından belli yerlere götürülüp bırakılıyor, okuyucular bu noktalardan gazetelerini alıyorlardı. 

19. yüzyılın ilk yarısından itibaren gazete yayıncılığı önemli bir haberleşme aracı oldu ve seyyar gazete satıcılığı yani müvezzilik, 1878 yılından itibaren oldukça yaygınlaştı. Genellikle İstanbul'da yayınlanan gazeteler, yine İstanbul ve yakın çevresindeki belli sayıdaki okuyucuya ulaştırılabiliyordu. Müvezziler çoğunlukla hızlı hareket edebilen güçlü ve atik çocuk ya da gençlerden oluşuyordu. 


1940’lı yıllarda Avni Bey Kozan’da ilk gazete bayiini açtığında, yanında müvezzilerde çalıştırmaya başladı. Harçlığını kazanmak isteyen, ekmeğini kazanmak isteyen birçok Kozanlı genç Okurlar Pazarı’nın tedrisatından müvezzi olarak geçti. Kolunun altına aldığı veya bir iple omzunda taşıdığı matriks içine yerleştirilmiş gazeteleri, "yazıyor, yazıyor...." diye bağırarak sokaklarda satan bu çocuklardan biri de Abdullah Uğur idi.



1947 doğumlu Abdullah Uğur’un yolu, henüz 6-7 yaşlarında iken Okurlar Pazarı ile kesişti.

Soner Sevgili – Avni Beyle nasıl tanıştınız?

Abdullah Uğur – Ben o zamanlar 6-7 yaşlarındaydım. Kozan’da sokaklarda börek satardım. Yalın ayak, tepsinin içine koyduğum börekleri, sokakları dolaşarak satardım. Bir arkadaşım vardı İdris, O Avni Beyin yanında gazete satıyordu. Bir gün bana dedi ki, “Ben bir-iki gün olmayacağım, benim yerime gazete satar mısın? Ben geldiğimde devam ederim”. 

Tamam dedim, börek işini bırakıp gazete işine başladım. Sabahın erken saatlerinde Avni Beyin dükkanına gidiyor, gazeteleri alıyordum. O zaman Matriks denilen, gazetelerin konulduğu omuza asılan o şeylerden yoktu. Gazeteleri kolumuza atar, koştur koştur sokaklarda satardık.

Gazeteleri bitirdikten sonra gelip paralarını Avni Bey’e verirdim. Böyle böyle 2-3 gün devam ettikten sonra İdris geldi. Ben de Avni Bey’e gidip, “ben artık börek satmaya döneceğim” dedim. Bana; “yokkkk, sen artık burada gazete satacaksın, gitmek yok” dedi. 

Soner Sevgili - Hangi yıldı ilk çalışmanız?

Abdullah Uğur - 1954-55 yıllarıydı. Ben o dönemden başlayarak yaklaşık 20 yıl boyunca Avni Beyle birlikte çalıştım. Benim ayaklarıma giydiğim ilk ayakkabıyı bana Avni Bey aldı. Koluma taktığım ilk saat Avni Beyin hediyesidir. Bana baba gibiydi, babamın yokluktan yapamadıklarını Avni Bey yapmıştır. 

1957 yılında, ki ben aslında 1947 doğumluyum, 10 yaşındayken ilk okula başlamam için Avni Bey teşvik etti. Mahkemede doğumumu 1950 olarak değiştirip 10 yaşındayken İlkokula başladım. Hem okula gidiyor, hem çalışıyordum. 

Dükkanı kapatır, eve doğru giderken halin önünden geçerdik. Evine bir kilo üzüm mü alacak, bir kilo da bizim evimize alırdı. Bir karpuz mu alacak, bir karpuz da bizim eve alırdı. Ben O’nun insanlığını hiç unutamam. 

Hiç göründüğü gibi biri değildi. Şimdi onu dışardan tanıyanlara sorsanız, huysuz, aksi derler. Gerçekten hiç öyle biri değildi. Şimdi yaşasa, O’nu başımın üstünde taşırım. Öyle iyilikleri olmuştur.

Soner Sevgili – Nasıl çalışırdınız, ne iş yapardınız dükkanda?

Abdullah Uğur – Sabahları erkenden gazeteler Adana garajına gelirdi. Benim ilk işim gidip oradan gazeteleri almak olurdu. Onları sırtlanır dükkana getirirdim. Dükkanda hemen hızlıca ayrılır, sayılır ve sokakta satılacaklar hemen sokağa gönderilirdi. Feke’ye Saimbeyli’ye gönderilecek gazeteler hemen paketlenir ve Feke garajına götürülürdü. Oradan otobüsle gönderilirdi.

Eğer yaz aylarıysa yaylacıların gazeteleri Horzum’a gönderilirdi. O zaman Milyoner Yaşar (Korkusuz) Horzum’da oturuyordu. Yaylada satılacak gazeteleri sabah erkenden o alır, götürürdü. Akşama kadar orada o satardı gazeteleri. 

Gazetelerin 3-4 gün sonra okunduğu zamanlardan sonra bu çok önemliydi. Yaylada gazeteyi, aynı gün buluyor ve okuyordunuz.

Soner Sevgili – Müvezzi (seyyar gazete satıcısı çocuklar) kullanılır mıydı?

Abdullah Uğur – Tabi ki.. Ben de sabah erkenden gazeteleri dükkana getirdikten sonra, sokakta satacaklarımı alır, koşturarak çıkardım. Rekabet vardı o zaman. Birçok dükkana, gazete bırakılır, parası dükkan açıldıktan sonra alınırdı. Savaş vardı böyle sokakta gazete satan. Necati Güzel ve Hüseyin Tek diye iki arkadaş vardı. Her zaman böyle 5-6 çocuk olur, bunlar sokakta gazete satardı. 

Soner Sevgili – Askerliğiniz... 

Abdullah Uğur – 1970’de askerlik vaktim geldiğinde Avni Bey beni karşısına oturttu. O zaman dükkanın karşısında postane vardı. Bana dedi ki; “Oğlum sen ilkokul mezunusun. Seni askere muharebeci olarak gönderelim. Döndükten sonra belki seni postanede işe sokarız.” O dönemin Askerlik Şubesi başkanıyla konuştu ve ben askerliğimi yazıcı, muhabereci olarak yaptım. Sonradan bunun çok faydasını gördüm. Orada 10 parmak daktilo yazmayı öğrendim. Telsizi öğrendim.

Askerliğimi 20 ay yaptım ve bu süre boyunca Avni Bey, dükkana koyduğu bir kumbaraya her gün 2 lira attı. Ve ay bittiğinde biriken 60 lirayı bana gönderirdi. Ben O’nun sayesinde çok rahat bir askerlik yaptım.  

Soner Sevgili – Başka iş yapmayı düşündünüz mü hiç?

Abdullah Uğur -  Avni Bey hep bana, daha uygun bir iş bulursam yapmamı söyledi. Ama bir yandan da bu dükkanın kapısının bana hep açık olduğunu söyledi. Askerlikte öğrendiğim 10 parmak daktilo sayesinde bir yandan dükkanda çalışıyor, bir yandan da komşumuz olan avukatların yazı işlerini yapıyordum. Sıtkı Yazan yeni büro açtığında bir süre onun yanında çalıştım. Bir ara lokantada çalıştım. Ama hep Avni Beyin yanına geri döndüm. O bana baba gibi davrandı. Ailesi de öyle davranırdı. Ben de hep öyle hissettim.

Sonra Avni Beyin teşvikiyle ortaokulu dışardan bitirme sınavlarına hazırlanmaya başladım. Gündüz işte çalışır, sonra eve gidince gece 1-2’ye kadar ders çalışırdım. O zaman bizim evde elektrik yoktu, gaz lambası ışığında... Uyurdum, içim rahat etmez kalkar tekrar çalışmaya otururdum. Sonra Haziran ayında sınavlara girdim. Ortaokul 1-2-3, hepsi için toplam 30 ders vardı. Ben ilk girişimde 21’ini verdim. Ağustos ayında da ikinci sınavda kalan 9 dersi verdim. Ve ortaokuldan mezun oldum. 

O zaman ortaokul mezunları polis olabiliyordu. 1973 yılında polis oldum ve askerlikteki tecrübelerim nedeniyle telsizci oldum. 1986’da polislikten ayrılıp yurtdışında çalışmaya başladım.

Yurtdışından döndükten sonra, belki bir-iki gün olmuştu. Bir selâ okundu. Avni Bey ölmüştü. Ona son vazifemi yapmak nasip oldu. Cenazesini yıkayıp, duasını okuyup defnettik.

İnsanlığını, iyiliğini hiç unutamam. Hep dua ile anarım onu. 


*     *     *



Şık, kibar, zarif adam...

Avni Bey’i tanıyanlar O’nu hiç tıraşsız görmediklerinde hem fikirdirler. İstanbul’dan, ta öğrencilik yıllarından kalma alışkanlığıyla Beyoğlu’nun ünlü ayakkabıcısı Çarık’tan aldığı ayakkabıları her zaman tertemiz ve boyalı olurdu (Genelde iki renkli, burun kısımları işlemeli ayakkabılar). Ayakkabı dolabında, hemen hemen her takım elbise ile giyilecek farklı bir ayakkabısı olur, yaz aylarında Kozan sıcağı için ise yine Çarık’tan alınmış sandaletler tercih edilirdi.

Her yıl diktirilen takım elbiseler için İngiliz kumaşı İstanbul ya da Ankara'dan alınır ve Adana'da Terzi Cahit'e teslim edilirdi. Tüccar Terzi Cahit, o dönem Adana'nın önde gelenlerinin elbiselerini diken tanınmış bir terziydi. Atatürk Caddesi'nde Kuyumcular Çarşısı yakınında ikinci kattaki terzihanesinde bütün önemli müşterilerinin kalıplarını hazır tutar, ilk provadan sonra ancak son prova için bir kez daha çağırırdı zamanları kıymetli müşterilerini. 

Avni Bey çok kaliteli kumaş ve ince bir işçilikle dikilmiş yelekli takım elbisesini özel günlerde kullanırken, geçen yılın özel günlerde giydiği takımını gündelik kullanıma çekerdi. Daha da eski olanlar ise, özenle temizlenir, ütülenir ve elbise torbaları içinde ihtiyacı olanlara dağıtılırdı.

Şıklığa ve temizliğe bu kadar özen gösteren Avni Bey’in iç çamaşırları dahil olmak üzere bütün giysileri ütülenirdi. Gömleklerinin yakası özenle kolalanır, özel günlerde taktığı papyon dışında kravatsız evden çıkmazdı. Gömleklerinin kollarında (bir tanesi altın olan) kol düğmeleri kullanır, kravatını da bu kol düğmelerinin takımı kravat iğnesiyle sabitlerdi.

Kozan 1940'lar, 60'larda sokaklarında zarif ve çok şık kadınların-erkeklerin dolaştığı bir yerdi. 29 Ekim'de 'cumhuriyet'i, 2 Haziran'da 'kurtuluş'u kutlarken herkes en şık ve en temiz giysilerini giyer, sokaklarda, kutlamalarda zerafetle arz-ı endam ederlerdi. İşte Avni Bey de o zarif beyefendilerden biriydi.

Sabah çok erken saatlerde açtığı işyerinde ilk işi duvarda asılı olan griye çalan mavi renkteki önlüğünü giymek olurdu.  Birçok kişinin anılarında kalan iki tarafı lastikli kolluklar kullanırdı. Bu kolluklar kışın ceketinin üstüne, yazın gömleğinin üstüne giydiği önlüğü ile birlikte kullanılır, giysileri toz ve kire karşı korurdu. 

Kemer kullanmaz bunun yerine çapraz askı takardı. Bu askılarda giydiği takıma ve pantalona göre değişir O’nun her daim çok şık görünmesini sağlardı. Kimi takımlarının yeleği vardı ve yelek giydiği zaman üzerinde lokomotif kabartması olan Devlet Demir Yolları saatini zinciriyle yelek cebine yerleştirirdi. 

İşten eve dönerken eli boş gelmemek için, gerekirse bir paket kibrit alınır ama mutlaka eve elinde bir torba ile gelirdi. Evin büyük kapısından girer, ahşap merdivenlerin başına geldiğinde iki kez öksürürdü. Bu, ev halkına geldiğini duyurmanın nazik bir yolu idi. Hemen terlikleri hazırlanır, elindeki paketi teslim eder ve gidip elini yüzünü yıkardı. 

Evde rahat giysilerini giyer ama asla oturma odasında pijama ile oturmazdı. Pijama O'nun için mahrem bir giysiydi ve ancak yatak odasında giyilirdi.


*     *     *



Avni Bey bir yandan Gameda ve Hür Dağıtım’ın bayiliğini sürdürüyor, bir yandan da Kozan’ın ilk “binbir çeşit” diye tanımlanabilecek dükkanını çalıştırıyordu. Uzun zaman, dükkanında gazete ve mecmuanın yanısıra kırtasiye, kolonya, züccaciye ürünlerini de arayanların hizmetine sundu. 1950'lerin başından 1960'ların başına kadar bir süre Koruma Zirai İlaç Bayiliğini de yaptı. Bu dönemde evini ipotek göstererek teminat mektubu almış ve yine Kozan'da bir ilki gerçekleştirip uçakla ilaçlama dönemini başlatmıştı.

O dönem Kozan ve çevre köylerde çiftçilerin en çok aradığı ve kullandığı ilaçlardan olan Bazudin ilaçlarını Avni Bey getiriyor ve satıyordu. Evlerinin alt katındaki bölümü depo olarak kullanıyor, sezon başında toplu olarak getirilen ilaç burada muhafaza ediliyordu. Ancak, büyük bölümü ahşap olan evde bu ilacın kokusu denetlenemiyor, evde rahatsızlığa neden oluyordu. Aynı zamanda günde 3 paketin üzerinde sigara tüketen Avni Bey’de de solunum sıkıntıları baş gösterince, karısının da isteği ile ilaç bayiliği işine son verdi. Bu işi devrettiği Aslanlı Köyü’nden dostları ile bir süre uzaktan devam etse de sonunda işi tamamen bıraktı. 

1977 yılında Bağ-Kur’dan emekli olan Avni Bey, hem dükkanı hem de şirket olarak Okurlar Pazarı’nı oğlu Feyzi Bey’e devretti. 


Bir yandan Hürriyet Gazetesi’nin de fahri muhabiri olan Fevzi Bey 1980 yılına kadar baba yadigarı dükkanı açık tuttu. Ancak hem Kozan’da yeni yeni açılan gazete bayileri, hem 80’lerin gergin ortamının da etkisiyle Feyzi Bey uzun bir dönem birlikte çalıştıkları Milyoner Yaşar'a Hür-Dağıtım grubunun bayiliğini, Ahmet Saygılı'ya da Gameda Grubu'nun bayiliğini devredip dükkanı kapattı. 

Yaşı belirli bir sınırı aşmış bütün Kozanlılar’ın anılarında mutlaka bir iz bırakmış olan Avni Bey bu tarihten sonra kendi köşesine çekildi. Dostlarını ve arkadaşlarını görmek için evinden çıkıyor, sonra tekrar evine dönüyordu. 


1991 yılında Avni Bey hayata gözlerini yumdu. Sonradan geldiği ama herkesin kafasında zarif, onurlu ve olumlu bir iz bıraktığı Kozan’da gömülmek istedi. Dostu eski Belediye Başkanı Basri Demirci’nin de girişimiyle Kozan Mezarlığı’nda kadim dostu Operatör Doktor Abdullah Fidanoğlu’nun yanına gömüldü.


*     *     *



Unutulmaz ama huysuz adam...

Aradan onca yıl geçtikten sonra yaşıtım ya da benden daha büyüklere Avni Bey’i sorduğumda, hep yüzlerde bir gülümseme ile cevap aldım. Bir de O’nun sinirli, biraz da huysuz bir adam olduğunu ekledi herkes.  

Benim de hatıramda, çok şık, zarif ama birazcık huysuz bir adam olarak yer etmiş Avni Bey… Evden dükkanın önüne gidinceye kadar ne isteyeceğimi, cümleyi nasıl kuracağımı planlardım. Çünkü gereksiz bekletmelere tahammül edemezdi Avni Bey… Kızardı...

Avni Bey ömrünün büyük bölümünü Kozan'da geçirmesine rağmen hiçbir zaman Kozanlılar’a benzemedi. Çocukluğu ve gençlik yıllarını geçirdiği İstanbul'un zarif ve kibar izleri onda hep kaldı. Belki de O'nun birçok insanın anılarında kalan o asık suratının ve tersleyen tavırlarının altında o zarafete olan düşkünlüğü vardı.

O’nu tanıyanların ağız birliği etmiş gibi söylediği bir şey vardır; “Avni Bey, lan, ulan kelimesinden nefret eder.” Nezaketin konuşmadan başlayacağına inanan bu beyefendi, çevresinde “ulan” diyen kim olursa olsun, uyarmaktan geri durmamıştır.

Ama Kozan (kimi zamanlar yaptığı gibi) kendisine benzemeyenleri dedikodu dişlileri arasında ezip, O'nu ve ailesini üzen söylentiler de çıkardı. Kimi O'nun üst düzey devlet memurluğundan gazete bayiliğine geçişini istihbarat teşkilatı ile bağlantısına yordu, kimi evlilikleri ve çocukları üzerinden vurdu, kimi O'nu seçkinci olmakla suçladı, kimi de kökenine dair ileri geri konuştu...

Ama bütün bunlardan daha fazla insan O'nu yüzünde hoş bir gülümsemeyle andı. Çünkü Avni Bey de Kozan'ı Kozan yapan önemli yapı taşlarından biriydi... 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar