ANAVARZA, 

BABAM VE GERTRUDE BELL

II

Tablo. Gertrude Bell’in 1905 Yılı Anadolu Gezisi

            Tarih         Yer
            11.04.1905 (Alexandretta) İskenderun
            17.04.1905 (Osmaniyeh) Osmaniye
            18.04.1905 Osmaniye, Kadirli
            19.04.1905 Anavarza
            23.04.1905 (Atania) Adana, Seyhan
            24.04.1905 Tarsus
            25.04.1905 (Mersina) Mersin
            29.04.1905 (Corycus) Kızkalesi
            01.05.1905 (Seleucia) Silifke
            05.05.1905 (Laranda) Karaman
            06.05.1905 (Iconium) Konya
            19.05.1905 Afyon, Eskişehir
            20.05.1905 (Constantinople) İstanbul


Gertrude Bell, yazının ilk bölümünde de belirttiğim gibi, 1905 yılında önce Arapça’sını geliştirmek amacı ile Beyrut ve Kudüs’e gitmiş ve bir süre burada kalmıştır. 

Ardından 11 Nisan 1905’teki günlüğünde Bell, İskenderun yolu üzerinde kamp kurduklarını belirtir. Günlüklerinde söz etmese de fotoğraflarına bakıldığı zaman Antakya’yı gezdiği görülmektedir. 

Bölgede bir süre dolaştıktan sonra 17 Nisan’da Osmaniye’ye geçer. Burada gezdiği Toprakkale’yi anlatır. Ceyhan Nehri üzerinden feribotla geçmesini ve Budrum Kalesi diye adlandırdığı Kastabala’yı ayrıntılı bir şekilde günlüğüne not eder:

“18 Nisan 1905. Salı.

Askerim Mustapha (Mustafa) ile birlikte 6.30’da yola çıktık. Hacı adında büyüleyici bir şahıs, bir Hıristiyan, bana katıldı ve bütün gün benimle birlikte at sürdü. Böylece tamamen Türk dünyasının içine girdim. Toros Dağları ve Gavur Dağlarının karlarından gelen pırıl pırıl ve nefis bir sabahtı. Tepeler çok hoş görünüyor, özellikle de zirvesinde karların görüldüğü Gülgül (Düldül). Ova boyunca yavaş yavaş ilerledik ve bir feribota karşıya geçtiğimiz Ceyhan Çayı’na doğru gittik.

Orada büyük bir keçi sürüsü vardı ve ben onları sürmek için çobanlara yardımcı oldum, çok zor bir işti. Neyse ki keçileri tutmak için çok uzun tüyleri ve boynuzları vardı.

Budrum (Kastabala-Hieirapolis) yaklaşık yarım saat uzaklıkta, kayalık yüksek bir tepe üzerinde duran kale kalıntıları güzel bir şekilde bazı büyük uçurumlar arasına yapılmıştı. Diğerlerinden daha sonra düşünmeliyim.

Soldaki duvardaki kapının yanında üzerinde, arasında çelenkler olan boğa başları bulunan 2 Yunan taşı inşa edilmiş. Boğalar biri bir tarafa, diğeri diğer tarafa bakıyor, çok iyi oyulmuşlar - bence bir tapınak duvar süsü olmalılar. Kaya mezarları var, bir tanesine girdim ama sadece cepleri olmayan kare bir oda buldum; ayrıca kalenin doğusuna doğru kayanın içinden geçen çok ilginç bir geçit buldum, belki de kalenin konumunu güçlendirmek için yapılmıştı.

Murray'in söylediği gibi, cadde kuzey-güney değil doğu-batı istikametinde ilerlemekte. Yanında güneye doğru bir kilise var ve birkaç yüz metre güneyinde bir başka kilise daha var. Her ikisi de süsleme açısından çok klasik. Apsis pencerelerin dışındaki Korint kapaklar çok ince kesilmiş ve daha kuzeydeki kilisede pencerelerin altında ince bir boncuk benzeri dizim ve makara kalıplama fark ettim. Kilisede payandalar, apsis yarım daire arkasından başlayacak şekilde projelendirilmiş. Böylece apsisi kısmen gizlemişler. Sağ koridorun solunda bir kemer var. Bu kemer sütunlara değil iskelelere dayanıyor. 

Her iki kilisenin de apsis pencerelerinin üstünde çok büyük taş dizisi var. Her ikisi de apsisin her iki yanında bölmelere sahip ve her ikisinde de revak izleri görülüyor. Güneyde olan kilise kesinlikle klasik malzemelerden yapılmıştır. Friz parçaları sağ apsis odasının iç duvarına gelişi güzel inşa edilmiş. Batı kapısının pervazları basit bir kalıplama ile ayakta durmaktadır. Apsisin içinde iskelelerin üzerinde desen grupları var. Dışarıda orta pencerenin üzerinde ise 3 haç var. 

İyi durumda bir tiyatro var. Yerde, her biri arasında bir papatya çiçeği olan biraz duvar süsü var. Apsis şeklinde yapılmış sahne önünün bir kısmı ayakta. Yanında kaplıcanın büyük tuğlalı kalıntıları görülüyor. Daha kuzeydeki kilisenin koridorunun kemer ayaklarının taşlarının içine inşa edilmiş bazı tuğlaları fark ettim. Sokak sütunlarının tepeleri Korint üslubunda işlenmiş.”


Aynı gün Kadirli’ye gittiğinden bahsettiği günlüğünde notları şöyle devam eder:

“Osmaniyeh [Osmaniye] 6.30, Budrum (Kastabala-Hieirapolis)  9.00 - ama feribotta yarım saatten fazla bekledik - 11.30'da indik. Köye gittim ve öğle yemeğinde benden para almadıkları mükemmel lor peyniri ve süt yedik. 12'de ayrıldık ve 4.30'da Kars Pazarı’na (Kadirli) ulaştık. 

Yolculuğumuzun sona erdiği büyüleyici topraklar... yükseltilmiş zemin, kurtbağrı - sanırım - ve mersin ağaçları. Hamidiyeh yakınlarındaki kaleyi uzaktan büyük bir kayanın üzerinde gördük. 2.15’de Bozkeui (Bozköy) ulaştık - oldukça hızlı ilerledik - ve orada süt içtik. Tüm yol oldukça çamurlu. 

Kars Pazarı (Kadirli), Saurun Chai [Savrun çayı] yanında Torosların dibinde yer alır. Çadır kurmadık - Hamidiyeh tarafından saat 6'da geldiler. Bir saati bu garip ülkede onlarsız ne yaparım diye ızdırap içinde düşünerek ve durumumu sempatik polis efendilere Türkçe açıklamaya çalışarak geçirdim. 

Geldiklerinde sokaktaki bir kafede onlarla (kahve) çay içtim ve oradakilerle konuştum. Sonra Konia'dan [Konya (Iconium)] bir Çerkez olan Kaymakam'ı aradım. Kaymakamın çok güzel İstanbullu bir karısı vardı. 

Biz dışarıda nehir kenarında kamp kurduk. Keyifli bir akşamdı. Tepelerin altındaki küçük beyaz kasaba çok güzel. Birçok büyük antik taş ve yazıt bulunuyor.”


Gertrude Bell günlüğün bir sonraki sayfasına Kadirli’de geçirdiği son saatleri ve Çukurköprü’ye doğru yola çıkışını not alır.  


“19 Nisan 1905. Çarşamba

Çok sıcak bir günde 6.30'da kalktık. Polis Efendi ve bir diğeri beni birçoğu çok karanlık evlerde olan ve çoğu baş aşağı olan birçok yazıt kopyalamam için götürdü. 2 mozaik kaplama vardı, biri açıkta, küçük bir parça ve çok büyük olan diğeri de bir evde idi. Uzun bir yazıt vardı ve muhtemelen bir kiliseye aitti. Eskiden Budrum (Kastabala-Hieirapolis) tarzı kilise olan bir cami de vardı, ama değerlendirebildiğim kadarı ile daha kötü idi.

Saat 10’da Mikhail (Mikail) ve Khalil (Halil) adında bir askerle yola çıktım. Selden etkilenmemek ve köprülerden geçmek için kuzeye doğru muazzam bir dolambaçlı yoldan gitmek zorunda kaldık. 2 saat sonra Halil katırların yanlış yöne gittiğini söyledi ve ben de O’nu, katırları aramak için yolladım. Bu arada Mikhail ve ben biraz yoldan saparak, sempatik Türkler arasında öğle yemeği yediğim güneyde bir köye girdik.

Saat 01.00'di. Halil ile buluşacağımız Çukurköy’deki köprüye gittik. Katırlardan ve bagajlardan haber yok ve biz, coşkun akan Sonbuz Chai (Sumbas Çayı) yanındaki bazı kayısı ağaçlarının altında beklerken Halil’i onları araması için güneye gönderdim. 2,5 saat sonra, saat 5'te, bulamadan geri döndü. Bazı hoş köylülerle (biri biraz Arapça konuştu) bir konsey kurduk ve yola devam etmeye karar verdim. Ova boyunca Hajiler'e (Hacılar) doğru bataklık bir akıntıyı bir köprü üzerinden geçerek (45 dakika) yavaş yavaş yol aldık ve sonra bir su kemeri çizgisini takip ederek güneye döndük [sic]. Ova tamamen su altında.”

 

19 Nisan Çarşamba günü yazdığı notları Anavarza’ya ulaşması ile sonlandırır. 

“Böylece 6.30'da Anavarza'nın büyük kayasına ulaştık. Kulelerin tepesi ve altında uzanan şehir duvarının çift çizgisi ile günbatımında çok güzel görünüyordu. Kuzey geçidinden geçtik - katırlar yok. Neyse ki harabelerin ortasında küçük bir bekçi evi vardı ve burada geceyi geçirmeye karar verdim. Bana süt ve leben getiren 2 asker benim için boş bir odayı süpürüp hazırladı. Ayrıca Kaminitz'in sardalya konservesi ve biraz da ekmeğim var. Bu yüzden yayılarak yere yattım ve sivrisineklere rağmen uyudum. Ama hiç konforlu değildi.”

Günlüğünde bir gün sonrasında Anavarza, daha ayrıntılı ve daha uzun tasvirlerle yer alır. 



20 Nisan 1905. Perşembe 

“Sabah 6.30'da kendimi ateşli ve kirli hissederek uyandım. Katırları araması için Halil'i gönderdim. Yaklaşık 8 civarında askerlerden biri ile tepeye çıktık. Lahitlerle kaplı at arabası yolundan tırmandık ve yolun yarısında büyük bir kilisenin kalıntılarını gördük. Kısmen kaya kesimli. Kaleye girdik ve duvarlara tırmandık. Kulelerin içindeki odalar çok iyi korunmuştu. 

Ermeni kilisesini fotoğrafladım. Kuzeyinde yıkık bir apsis ve batısında kimi odaların temelleri vardı.

Kaya kesme hendeğinden ilk Ermeni kulesine tırmandık, ama ikincisi benim için çok fazlaydı. Ancak diğer tarafta Yunan temellerini gördüm, duvarın dibinde mükemmel yapılmış sütun dipleri ve birkaç güzel taş işçiliği vardı. Bu yüzden kesme kaya basamaklardan aşağıya indim ve çok ayrıntılı bir saçak ve süslü pervazla çevrili son derece iyi korunmuş olan Zafer Takı’nı fotoğrafladım. 

Daha geç dönem duvarı hemen dışında yer alıyor ve kapısı kemerin solunda durur. Kayanın ötesinde, kaya kesme stadyum, tiyatro ve caddenin bir parçası olan muazzam sütunlar bulunmaktadır. Kaya kesme basamaklarının eteğinde büyük bir yapı kütlesi var mı? Bir tapınak? ve yakınlarda ince bir kırmızı mermer sütun gördüm.

Kemer yakınındaki bazı kamıştan evler vardı ve ben oraya süt içmeye gittim. Saat 11’de kayıp katırların, Ermeni kulesinin altındaki uçurumun altında çadır kurduğumuz yere geri döndüklerini duyduğumda çok sevindim. Banyo, kıyafet değişimi, öğle yemeği ve uyku, hepsi çok lezzetli, çok güzel. 

Sonra fotoğraf çekmek için dolaşmaya başladım. Kuzey kapısına gittim ve uçurumun hemen altında 2 parça çok güzel klasik kabartmalı mezar buldum. Birinde her iki yanında bir görevli ile oturan bir adam, diğerinde 3 kadın figürü ona doğru dans ediyor. Türbenin içinde sadece kare bir oda vardı. Uzun ama çok tahrip olmuş bir yazıt var. 

Küçük bir çadırımızın yakınında kamp yapan bazı tüccarlar vardı, beni kahve içmeye davet ettiler ve Türkçeme iltifat ettiler. Cennet onlara yardım et! Onlar koyun süreleri ve çobanlarıyla Kaisariya'dan [Kayseri] Müslüman ve Ermeniler. İnanç yüzünden aralarında fark olmadığını söylediler. Bu duyguyu alkışladım. 

Kapılardaki oymaları fotoğraflayarak tüm duvarları dolaştım. Arasında hendek olan çift duvar var. Tiyatronun ötesindeki kayada kocaman bir mezarlık bulunuyor. Tüm lahitlerde ya bir etikette bir yazıt ya da sıradan Antakya (Hatay) çelenk deseni bulunur. 

5’te çay içmeye gittim ve sonra tekrar fotoğraf çektim. Duvarların ötesindeki tüm ova sular altında. Ben sadece 2 su kemeri [sic] görebildim ama tüccarlar 3 tane olduğunu söylediler. Gece, kayalarda bir sürü yılan ve sivrisinek vardı. Akşam yemeğini yedim ve çok iyi uyuyamadım.”


Anavarza’dan 20 Nisan 1905 Perşembe günü yazdığı bir mektupta Gertrude Bell, günlüğünde iki gündür yazdığı notları kullanır:

ANAVARZA, 20 Nisan...

Dün sabah Kars'ta kopyalanacak çok sayıda yazıt ve fotoğraflanacak bir kilise olduğunu gördüm, bu yüzden bir şeyden diğerine derken ayrılmadan önce geç kaldım.

Katırlar ilerlemişti –nehir seviyeleri yüksek olduğundan sellerden kaçınmak ve köprülere ulaşmak için kuzeye doğru, tepelerin altında çok fazla bir yol kat etmek zorunda kaldık. Katırlar bir kez ileri gittiğinde, yollarını kaybettiler ve önlerinde aşılması zor yükseklikte akıntı olduğu Anavarza'nın yanlış tarafına geçtiler. Onları yakalayamadığımız için bir şeylerin yanlış gittiğinden emindik ama bazı kararsızlıklardan sonra devam etmeye karar verdim ve geniş bir su kemeri çizgisini takip ettikten sonra, Anavarza'ya gün batımında bataklık boyunca ilerleyerek ulaştık. 


Kale, ova denizinde büyük bir ada gibi yükselen 2 mil uzunluğunda büyük bir kaya kütlesi üzerinde duruyor - şu anda gerçekten su altında olduğu için gerçekten bir deniz gibi. Kaya yaklaşık 300 ft (91,44 metre) yükseklikte ve oldukça dik bir yerde; kale buranın üzerinde boylu boyunca uzanır ve tepesi bazı yerlerde sadece bir hisardan diğerine ulaşacak bir sur geçecek kadar boşluğun olduğu bıçak ucu gibi incedir. 

Bu muhteşem akropolün batı ayağında yamaca karşı etrafı küçük kuleli çift duvarla desteklenmiş şehir yer almaktadır. Burası bir Yunan depolama yeri, İskender’in hazinesi, sonra Romalıların, sonra da Ermeni Krallığı’nın başkenti ve şimdi içerisi aşırı büyümüş otlarla kaplı büyük bir harabedir. Bu nedenle, nerede uyuyacağım ve yemek yiyeceğime dair en ufak fikrim olmadan şehrin kuzey giriş kapısından geçtim. 

Neyse ki harabelerin ortasında içinde bana biraz süt ve ekşi lor veren birkaç Türk askerinin bulunduğu bir bekçi kulübesi vardı. Onlarla ve ekşi mayalı yerli ekmekle akşam yemeğimi yedim; sonra küçük boş bir odanın zeminine pelerinimi serdim ve bu sabah 6’ya kadar uyudum; sayısız sivirsineğe rağmen. Ancak gerçekten güzel değildi. Bu hava koşullarının zorluğu, soğuktan daha zor. Uzun sıcak bir günün ardından akşam banyosu ve kıyafet değişimi için inanılmaz derecede özlem duyulur. Bu sabah 10'da çantalarım geri geldiğinde çok minnettardım. Bir daha kaybolma riskiyle karşılaşmamaya büyük özen göstereceğim. 

Bütün günü etrafı araştırmak ve fotoğraf çekmek için harcadım ve iyice harabeye dönmüş ve çok uzun otlarla kaplanmış olan 3 kiliseyi ölçmek ve planını çıkarmak için burada bir gün daha geçireceğim.



21 Nisan’da Gertrude günlüğüne, Anavarza ve kalıntıları fotoğraflamasıyla ilgili notlar yazar. Aynı gün Anavarza’dan yazdığı mektup ise daha ayrıntılı ve daha uzundur:




“21 Nisan 1905. Cuma 

Saat 5’te kalktık ve 6’da Halil ile kiliseleri ölçmeye gittik. Tüm ova sisle kaplıydı, ancak dağın tepesi ve kale güneş altında idi ve Toroslar [Toros Dağları] harika idi. Çiğ damlıyor. Ermeni kilisesini ölçüp fotoğrafladım. Fresk alabileceğimden şüpheliyim. Sonra tarih bulduğum kilisenin yarı yolunda.

Sonra kasabanın ortasındakinden. Şüpheli de olsa hepsi Binbir Kilise'nin tarzında görünüyorlar. Büyük olan 2 tanesi çok iyi olmalı. Cömertçe fotoğrafladım. Saat 11 olduğunda hava çok ısındığından öğle yemeği yedim, uyudum ve yazdım. Saat 3.30'da Halil ile kayanın doğusuna doğru yola çıktım. Yolda, bizimle aynı yöne giden tüccar arkadaşlarımla karşılaştık, bu yüzden birlikte yolculuk ettik. Kayanın doğu ayağında bir çoban çocukla karşılaştım ve bana zirveye giden tek yolu gösterdi. Duvardaki küçük bir delikten kaleye girdik. Görünüm muhteşem – aşağıda büyük uçurum, dümdüz uzanan ova ve ötelerde yoğun karlar içindeki Toros Dağları. Gülgül her zamanki gibi en güzeli.

Akbabalar kale tepesinde sıralı şekilde oturuyordu - küçük bir derin pencere mazgalında içinde 2 kahverengi yumurta olan ve korkunç bir koku bulunan bir yuva bulduk. Kalenin merkezinde küçük bir şapel ve bir hamam ve güney tarafında mihrap apsisi olan camiye çok benzeyen bir oda vardı.

Uzun bir geçit Ermeni kulesine iner, içinde kaba bir oyma vardır. Giriş. Şapel kapısında bir parça mermer gülce çalışması -? Yunan. Pembe gülhatmiler doğudaki dik uçurumunun aşağısında büyüyordu ve bugün ilk iri kırmızı nar tomurcuğunu gördüm. Üstelik bugün çok sıcaktı. Saat 6’da geri döndük - banyo ve akşam yemeği.”

 



ANAVARZA, 21 Nisan...

Dünün sıcaklığını hatırlayarak şafakta kalktım ve saat 6'da kiliselerimle boğuşmaya başladım. Bütün ova, çadırlarım dahil, kalın beyaz bir sisin altında yatıyordu, ama güneş dünya kayasının üzerinde parlıyordu ve tırmandığımda Torosların büyük beyaz zirvelerini ışıltılı gördüm. Çok güzeldi. Askerimi yanımda götürdüm ve ona ölçüm bandını tutmasını öğrettim. Hemen ne istediğimi anladı ve sanki bu iş için doğmuş gibi kapı ve pencereleri ölçtüm. 

5 saat sonra çok sıkı çalıştıktan sonra sonuçlara ulaştığımı gördüm - beklediğimden daha ilginç bir şekilde. Kısacası, buradaki kiliseler olması gerektiği gibi Suriye tipinde değil, Küçük Orta Asya tipinde idi - ve bunlar bence Strzygowski'yi epeyce şaşırtacaktır. Çok hoş bir incelik oldu.

Kiliselerin en büyüğünden biri yerle bir edilmiş - temelden başka izler kalmamıştı. Süsleme tarzı ile ilgili bir belirti için etrafta araştırma yaptım ve uzun aramalar sonucunda tek bir tane buldum ve o da tarihli! Apsisin pencerelerinin iki kemerinin ilkbaharında olduğunu bildiğim şekil ve pervazlardan büyük bir taştı ve tarih, iki kemer pervazı arasında güzelce yükselen Yunan harfleriyle oyulmuştu - "Yıl 511 ." Burada Hıristiyan döneminde kullanıp kullanmadıklarını bilmiyorum ama yine de oldukça yakın olmalı, çünkü bu olması beklenen bir tarih. Harika bir şans değil mi! 

Anavarza'da sevmediğim iki şey. Sivrisinekler ve yılanlar; sivrisinekler ikisinin en saldırganıydı: yılanlar her zaman büyük bir aceleyle kaçıyorlar ve ısırıklarının nasıl olacağı konusunda hiçbir deneyim yaşamadım. Kalıntılar arasında çok miktarda var. Yaklaşık 3 ft (91,44 cm) uzunluğundalar - zehirli olup olmadıklarını merak ediyorum. 

"Rira bien qui rira le dernier" (En son kim gülerse iyi güler): Akbabaların gülüşünü yaşadım. Çaydan sonra doğu taraftaki kayaların etrafında dolaştım ve bir çoban çocukla tanıştım. Bundan sonra atımı bir taşa bağladık ve çoban ile kaleye giden tek yoldan birlikte tırmandık. Vicdanen yeterince kayalıktı ve uçurumlardan içeri ve dışarı çıkan kıvrımlarla doluydu ve sonunda en yüksek kuleye tırmandığımız duvarda küçük bir deliğe götürdü. Bütün yıkık kaleler gibi dışarısı içeriden daha güzeldi; ama konumu görkemli ve tırmanmaya değerdi; duvarlar birkaç yüz feet veya daha fazla olan düz bir bayır kenarında inşa edilmişti, bütün etrafı büyük düz ova ve ötesinde kar halkası.

Kalenin üstündeki sıralarda oturan akbabaları yerinden çıkardık - arkalarında iğrenç bir koku bıraktılar - ve küçük bir derin pencerede içinde 2 kötü görünümlü kahverengi yumurta bulunan bir yuva buldum. Akbaba yuvaları çok sıklıkla bulunmaz. Bu Türke umutsuzca bir kurban düştüm; ölümlülerin en sevimlisi ve bir gün dilinden biraz daha fazla anladığımda çok samimi arkadaşlar olacağımızı öngörüyorum. Alev alev yanan sıcak bir hava; vahşi gülhatmiler çıktı ve bugün ilk dolgun eski nar tomurcuğu gördüm. Bu yaz demek.

 



Gertrude Bell 22 Nisan’da yazdığı günlük notlarında, Anavarza’da tanıştığı tüccarlardan biri ve yanına verilen bir onbaşı ile bu antik kentten ayrılışını anlatır. O gün yazdıklarından, Sultan’ın çiftliği olan Mercimek üzerinden Adana’ya doğru yol alırken yağmurlar nedeniyle bataklıklar oluştuğunu, bir Çerkez köyü yakınlarında iki küçük ağacın gölgesinde öğle yemeği yediklerini, köylülerin ahşap büyük bir tepsi üzerinde ikram ettikleri kızarmış yumurta, leben ve ekmeğin çok lezzetli olduğunu, ancak köylülerin bu yiyecekler için ücret kabul etmediklerini öğreniriz.

Günlüğün sonunda Ceyhan Çayı yakınında Chakal (Çakal) Dere’de köyün dışında düz yeşillik alanda kamp kurduklarında katırcıların işi bıraktığını öğrendiğindeki kızgınlığı not eder. O gün yazdığı mektupta ise bu kızgınlığını daha ayrıntılı bir şekilde anlatır:



ANAVARZA, 22 Nisan...

Kilikya ovasını kısa sürede unutmayacağım. Sıcaklığı şaşırtıcı ve size 'muhtelif yerlerde' dediğimde, çoğu su altında.(Bu cümleye anlam veremedim ama başka bir çeviri de mümkün olmuyor valla) Bugün on saat boyunca çamur, bataklık ve durgun sulara daldık ve sonunda bülbülün başakta durduğu daha yüksek bir yere çıktık. Bir ay içinde her şey yanacak ve tüm insanlar tepelere kaçacaklar.

Anavarza'nın böyle güzel bir mezarlığı olduğuna şaşırmadım - tüm sakinler her yaz bataklık ateşi, sivrisinekler ve yılanlardan düzenli olarak ölüyordur. Alev gibi yanan gün ortasında bir köyün dışındaki iki çok küçük ağaca geldik ve öğle yemeğini gölgelerinde oturarak yedim. Kısa bir zaman sonra bizim geldiğimizi gören köy sakinlerinden biri, ben ve yardımcılarım için büyük bir tepside kızarmış yumurta, lor ve ekmek ile belirdi. Güzel bir misafirperverlikti – hiç bahşiş vermeyebilirim. Ev sahibime sadece içtenlikle teşekkür edebilir ve iştahla yiyebilirim.

Ancak tanıdıklarım arasında en keyifli olmalarına rağmen en kötü hizmetçilerdi. Onlar hiçbir şey uğruna senin için bela olmazlar, ama onları işe aldıktan sonra, hiçbir işe de el atmazlar. 

Türk katırcıların elinde işkence görüyorum. Kampa girerler ve katırları boşalttıktan sonra paketlerden birinin üzerine otururlar ve tamamen umursamaz bir iyilik havasıyla bir sigara yakarlar. Onları kırbacımın ucu ile rahatsız etme noktasına kadar ileri gittim. Fark yaratmıyor; bir sonraki pakete doğru yürürler ve orada neşeyle gülümseyip aynı pozisyonu alırlar.

Bu yazının ilk bölümünde Anavarza’nın benim dünyama girişini anlattım, gerçek mi hayal mi olduğunu tam bilemediğim babam ve nasıl bir insan olduğunu çözemediğim bir kadın üzerinden. Bu Anavarza üzerine bir giriş gibi oldu. 

Sonrasında yazının şu anda okuduğunuz ikinci bölümünde ise üzerine yüklenilen bütün tanımlamalardan sıyırmaya çalıştığım Gertrude Bell’in Anavarza’yı anlatmasını istedim. O yüzden günlükler ve Anavarza’dan yazdığı mektuplara hiç müdahale etmeden olduğu gibi vermek istedim. 
 
Gertrude Bell’in mektup ve günlüklerinin çevirisinde, bütün telaşının ortasında bana yardım için el uzatan dostum Bülent Çubukçu’ya sonsuz teşekkür ederim. Benim yaptığım çeviri ile O’nun çevirisini yan yana koyunca, teşekkür sayısını binlerle çarpmam gerekiyor... 

Ayrıca 22-25 Ekim 2014’de Aydın Adnan Menderes Üniversitesi’nde düzenlenen XVIII. Ortaçağ-Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi Araştırmaları Sempozyumu’nda Yrd. Doç. Dr. Hasan Buyruk tarafından sunulan “Gertrude Bell’den Günümüze Fotoğraflarla Anavarza” başlıklı bildiri benim için çok önemli bir kaynak oldu. 

Genel kaynakçayı, Anavarza yazıları bittiğinde yazacağım ama bunun notunu düşeyim istedim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar